Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

9 Nisan 2020 Perşembe

Amerika Seyahatimi Anlatıyorum! - Bölüm 3

Merhaba! 
Amerika seyahatimin son düzlüğüne girmiş durumdayız! İlk iki yazıyı nasıl buldunuz bilmiyorum; ama ben anlatırken o günleri tekrar tekrar yaşadım ve sizlerle paylaşmaktan büyük keyif aldım. Bugünkü yazımda Las Vegas ve San Francisco’daki maceralarımdan bahsedeceğim. Özellikle Las Vegas’taki anılarım yüzünüzü epey güldürecek.
Biliyorsunuz ki Las Vegas, Nevada eyaletinde çölün ortasına kurulmuş, sıcak, kurak bir şehir. Hatta benim bulunduğum tarihlerde meşhur Burning Man festivali vardı. Hiç öyle değişik kafalarda olmadığım için festivale katılmak aklımın ucundan bile geçmemişti açıkçası. Ben dümdüz bir mentaliteyle, güzel bir otelde konaklayacak, yiyip içecek, dinlenecektim. Kumar kısmı bile kafamda belirsizdi. Kuzenimin eşi mutlaka oynamam gerektiğini söyledi. Annesi bir keresinde 700$ kazanmış. Kendisinin de ona yakın civarlarda kazanmışlığı varmış. Kazanma ihtimali için değil, eğlencesine oynamamı önerdi. “Günlük 100-200$ aralığında oynayabilirsin, nasılsa alkol bedava, hem içiyorsun hem de kumar oynayıp eğleniyorsun.” dedi. Hay demez olaydı diyeceğim de, neyse henüz bunları konuşmak için erken.
Las Vegas’taki havaalanında bile ufak bir casino ortamı mevcut. Bence bir karşılamadan ziyade tatil boyunca kaybeden insanların “Gitmeden son bir kez şansımı deneyeyim.” diye düşünerek oynadığı makineler bunlar. Tabii olanları şu an daha net gözlemleyebiliyorum… İlk gördüğümde “Aaa ne tatlıı” demiştim.
Havaalanından Uber ile kalacağım otele doğru yola çıktım. Akşamüstüydü. Kalacağım otel, yine kuzenimin eşinin seçtiği Venetian Resort’tu. Güzel bir suitte konaklayacaktım. Kendisi geçmiş tecrübelerinden faydalanarak seçmiş bu oteli. Bakalım beni nasıl bir yer bekliyordu. Uzun sayılabilecek bir Uber yolculuğundan sonra otele vardık. Gerçekten kocaman, filmlerdeki gibi bir oteldi. Zaten her yer buna benzer otellerle doluydu. Oteller uzaktan kartondan maketleri andırıyordu. Birbirleriyle alakası olmayan, hatta oldukça uyumsuz denilebilecek kocaman binalardı. Otelin önünde limuzinler duruyordu. İçeri girdim. Kocaman bir lobi vardı karşımda. Yüksek tavanlı, gösterişli bir binaydı. Dışarının sıcaklığından sonra klimalı, serin mi serin bir ortamdı. Rahat bir nefes alıp check-in sırasına girdim. Kısa sayılabilecek bir sürede işlemlerim yapıldı, kartım teslim edildi. Valizimle odaların olduğu bölümü bulmaya koyuldum. Otelin lobisinden biraz ilerleyince karşınıza dev bir casino çıkıyor. İşte bütün bu pisliğin döndüğü ortam. Casinoyu geçince odaların olduğu, güvenliğin kart kontrolü yaptığı kısıma varıyorsunuz. Asansörlere buradan binip odanıza gidiyorsunuz. Benim odam 21. kattaydı. Heyecanla asansöre bindim. Asansör elbette ki oldukça hızlı hareket ediyordu. Katıma geldim, kapı kapı bakınarak odamı buldum. Hey maşallah! Şaheser bir odaydı bu! Giriş kısmında geniş bir hol, büyük bir boy aynası, sağ tarafta kocaman bir banyo, hem küvet, hem duşakabin, kocaman aynalar, şık bir lavabo, king size bir yatak, aşağı kısımdaysa (mini bir merdiven ile aşağı iniliyordu) kocaman geniş koltuklar, dev bir plazma TV, masa, sandalye bulunuyordu. Gerçekten gösteriş buymuş dedirtti bana. Odada ütü masası ve ütü bulunuyordu. Bu daha önce kaldığım otellerde olmayan artı bir lükstü. Bol bol şampuan, saç kremi, duş jeli, nemlendirici krem konulmuştu. Mini buzdolabına pek bulaşmayı düşünmüyordum; ama o da oldukça cazip görünüyordu.

    

Hızlıca valizimi açıp üstümü değiştirdim. Akşam yemeği yemek üzere odadan çıktım. Zemin kata indim, otelin haritasını açarak yiyecek alanını aramaya başladım. Şöyle ki, Las Vegas’ta oteller bir nevi AVM gibiydi. Hepsinin food-court alanı vardı ve buradan ücretle yemek yiyordun. Benim kafamda düşündüğüm gibi bir otel restoranı yoktu yani. Hepsinin geniş alışveriş bölümleri vardı, en ünlü mağazaların şubeleriydi bunlar. Burada da alışverişini yapıyordun. Aşağıya inip casinoda kumarını oynuyordun. Resmen delice bir tüketim çılgınlığı vardı burada!
Bir restoran seçip oturdum. Hamburger siparişi verdim. Yanına da salata söyledim. Gayet lezzetliydi. Fikir edinmek adına etrafı turlamaya başladım. Otel Venedik temasıyla tasarlanmıştı. En ünlü meydanı olan San Marco meydanını taklit ettikleri geniş bir alan vardı. Burada lüks restoranlar mevcuttu. Otelin Venedik gibi tasarlanan bölümü oldukça ilginçti. Tavanı gökyüzü olarak tasarlanmıştı. Günün her saatinde gündüz gibi görünüyordu. Buradayken bir simülasyonun içinde gibiydiniz. Avrupa’nın diğer ünlü şehirlerinin de otelleri vardı elbette. Her otelin mutlaka kendine özgü bir tasarımı mevcuttu.
Otelin Gondol turları bile vardı. 30$ olduğunu öğrenince sikerler dedim. Ulan bizzat Venedik’te o paraya binmedim gondola. Zaten çok da elle tutulur bir yanı yoktu. O ne öyle çocuk kandırır gibi? Havuzun içinde kayıkla fış fış. Saçma yani. Ama görüntü hoştu tabii, bir süre binenleri izlemedim dersem yalan olur.
Etrafı kısaca turladığıma göre artık Casino’ya gitme vakti gelmişti bence. Söylediğim gibi buraya asla kumar kafasıyla gelmedim. Kuzenimin eşi buraya gelmişken mutlaka deneyimlemem gerektiğini söyleyince ikna oldum. 2-3$’lık minik oyunlardan sonra iş artık 20$ yatırmalara dönmüştü bile. Şöyle ki bu meşhur “Vending Machine”ler, uzun süre herkesi soyup soğana çevirdikten sonra bir talihliye güzel paralar kazandırabiliyor. Filmlerden, dizilerden hatırlarsınız, yaşlı teyzeler tüm gün makine stalklar, uzun süredir kazandırmayan makinelerin peşine düşer. Son kaybedeni de gözlerine kestirdiler mi, o kalktığı gibi oturup kendi birikimleriyle oynamaya başlarlar. Bu taktik oldukça yaygın; ancak ben o kadar sabırlı bir insan değilim. Ve başlangıçta hiçbir beklentim de yoktu. Kuzenimin eşinin bahsettiği bedava içki olayını ilk gün hiç değerlendirmedim. Yalnızca su içtim.     
Birden bir makinede anlamsızca kazanmaya başladım. 20 dolarım 50 dolar olmuştu. Bunun olağan bir kazanç olduğunu düşündüm. Başka bir oyuna geçtim. Orada da 200$ olmasın mı? O kadar değişik bir haz veriyor ki, bir anda tamamen winner olduğunu düşünüyorsun. 200$’ı çekmek yerine oynamaya ettim ve o anın gazıyla düşme eğrisinde olduğumu fark etmedim. Anlatılmaz bir duygu gerçekten. Resmen kör oluyorsun ve kısa sürede yeniden kazanmaya başlayacağını sanıyorsun. Ama aslında makine ilk seferde pikini gördü, şimdi düşecek. Ah geri zekâlı ah! Bunu fark edemedim ve o 200 doları 30 dolara kadar düşürdüm. O kadar moralim bozulmuştu ki! O makinelerdeki hipnotize oluşu tarif edemem. Normalde hiç akıl kârı durmadığının farkındayım; ama sarhoş gibi tuşlara basmaya devam ediyorsunuz. Makinenin biraz önce yaptığı gibi paranızı arttıracağını düşünüyorsunuz. Şimdi de kalan 30$’ı yeniden eski miktarına getirme derdine düşmüştüm. Bir an evvel bu parayı çoğaltmalıydım. Ama öyle olmadı. 30 dolar da gidiverdi. Kıymetini bilemediğim o kazanma anım inanılmaz kısa sürdü. 3 gün boyunca o anları mumla arayacağım aklımın ucundan geçmezdi. Ben sanıyorum ki daha ne büyük hit’lerim olacak, bu sadece başlangıç. Ulan bir saat öncesine kadar “Kumar oynamam ya, enayi miyim?” diyordum. Kazanma hırsı nasıl adi bir şeymiş arkadaş. Üzüntüm biraz azaldıktan sonra 20$ daha oynadım. Bir 20$ daha. Belki bir 20$ daha. İnanın bir süre sonra cüzdanımdan ne kadar para çıkardığımı hatırlayamaz hale geldim. Bir kısmı ara ara çoğalıyordu, hafif kâra geçmiş gibi oluyordum; ama genel toplamda kesinlikle zarardaydım. Bu düşünce beni daha çok oynamaya itiyordu, sanki oynarsam bir yerde öyle bir para kazanacaktım ki tüm bu zararlarıma değecekti. O gün hiçbir bok kazanamadım arkadaşlar. Olan paramı bitirdim ve odama çıktım. Bir daha asla kumar oynamamaya karar verdim. Ama öyle olmadı… O Casino’nun önünden geçip de şansını denememek mümkün değil. Otel zaten bunun için yapılmış! Yiyeceksin, içeceksin, kumar oynayacaksın. Aksini düşünmek konsepte ters.


Sanırım sabaha karşı odama girdim. Devamlı kapalı alan olunca sana her daim gündüzü yaşıyormuşsun gibi hissettiriyor. Doğru dürüst uykum bile gelmemişti. Hemen pijamalarımı giydim ve king size yatağımda güzel bir uyku çektim. Yatak gerçekten şaheserdi. 
Sabah kalktım, küveti doldurup güzel bir keyif yaptıktan sonra kahvaltı etmek için aşağı gittim. Bir cafeden kahve ve Cinnamon Roll aldım. Bu tarçınlı çöreğe resmen tapıyorum! Aşığıyım resmen. Zaten diyet miyet hak getire, canımın çektiğini yer hale gelmiştim. Güzelce yedikten sonra malum mekâna giriş yaptım. İlk gün alkol almamıştım; ama madem kaybediyorum, acısını çıkarmam şarttı. Casinoda garson hanımlar istediğin içeceği getiriyor. Genellikle Mojito içtim. Starbucks kahvesi söyleyenine bile denk geldim. Herhalde “Boku yiyorum galiba, biraz ayılayım” düşüncesiyle verilmiş bir siparişti bu.
Kumar oynamaya başlamadan önce Cirque de Solei’den Beatles ile ilgili bir müzikale bilet aldım. Las Vegas’ta meşhur müzikaller, şovlar mevcut. Mutlaka seyredilmesi gereken şovlarmış bunlar. Sonra kumar oynamaya başladım… Para hesabı yapmaya çalışıyordum, 5$ ile 30-40$’a yükseldiğimde gayet iyi gittiğimi, bu paraları parçalayarak ayrı ayrı yükselteceğimi ve zararımı kapatacağımı düşünüyordum. Ama öyle olmuyordu! O para da tamamen tükeniyordu ve kendimi ATM yolunda buluyordum! ATM de her seferinde 8$ ekstra kesim yapıyordu. Gerizekâlı olduğum için Las Vegas’a yeterince nakit parayla gelmemişim. Normalde Bank of America’dan ücretsiz olarak para çekiyordum. ATM’sini her yerde rahatça bulabildiğim için de yanımda yüklü miktarda nakit taşımamayı tercih ediyordum. “Nasılsa otel tatili yapacağım” diye düşünerek 100-120$ gibi bir tutarla gelmişim. Yakınlarda Bank of America olmayınca, otelin içindeki kazıkçı ATM’lere kaldım. Sonra hayırsever bir abimiz 4$ kesim yapan ATM’yi gösterince içime biraz su serpildi. Neyse, yine kayıplarla dolu saatlerden sonra yemek molası verdim. Hem biraz etrafı da gezmem lazımdı. Kumar kumar nereye kadar? Çıktım dışarı, etrafı turlamaya başladım. Aman Allah’ım! Gerçek anlamda çöl sıcağının ne demek olduğunu Las Vegas’ta anladım. Meşhur bir sözüm vardır: “It’s hot like a gavur pussy!” diye hahahaha. Aynen öyleydi işte. Bu sıcakta fazla yürüyebilme ihtimalim yoktu. Zaten amacım da diğer otelleri gezmekti. Hemen bir tanesine girip, ondan da diğerlerine geçmeyi planlıyordum. Anlayacağınız üzere burada oteller birbirleriyle bağlantılıydı. Dev bir AVM’den diğerine geçiyordunuz sanki. Her şey ultra lüks, ultra gösterişliydi, etraf parıl parıl parlıyordu resmen. Tabii ki de burada fazla miktarda alışveriş yapmayı falan düşünmüyordum. Bir iki hediyelik eşya ve Victoria’s Secret’tan iç çamaşırı almak dışında alışveriş yapmadım diyebilirim. Pahalı kıyafetler almaktansa - sanki çok mantıklıymış gibi- olan paramı kumara gömmek nedense daha cazip geliyordu. Dediğim gibi, bu apayrı bir bağımlılık türü. Serdar Ortaç’ın Kıbrıs’ta kaybettiği kumar paraları karşılığında verdiği bedava konserler geldi aklıma. Bundan sonra kumarbazları yargılamayacağıma yemin ettim. Gerçekten yaşayan bilirmiş. Kumar oynamak istiyordum; ama paramın daha fazla azalmasını istemiyordum. “Keşke para kazanabileceğim bir şey olsa” diye düşündüm. Şarkı söylesem ve para kazansam, sonra da o parayla sabaha kadar kumar oynasam ne kadar harika olurdu haha! Size yemin ederim ki, sokakta casinoların tanıtımını yapan, Rio karnavalındaki kadınlar gibi giyinmiş kızlar gibi giyinip birkaç saat çalışmayı bile hayal ettim. İnsan böyle böyle kötü yola düşüyor demek ki ajhsdjkshdj.
Birkaç büyük oteli gezip Mc Donalds’tan dondurma aldıktan sonra otelime geri döndüm. Otelin bünyesindeki Madame Tussauds müzesine gidecektim. Açıkçası anlatacak çok da bir şey yok burasıyla ilgili. Bal mumu heykelleriyle fotoğraf çektiriyorsun o kadar. Ben daha önce girmemiştim, o yüzden güzel bir deneyimdi diyebilirim. Buradan çıktıktan sonra yeniden casinoya geçtim. Kumar hastalığı beni ele geçirmişti bir kere… Arada 40-50$ kazanıyordum, sonra onunla birlikte mevcut dolarlarımı da kaybediyordum. Gerçekten o ilk günkü şansım bir daha hiç olmadı. Ama oynamaktan da vazgeçemiyordum işte. 

                                   

Casinoda 21 yaşın altındakilerin bulunması yasak. En az 5 kez görevliler kimlik göstermemi istedi. Özellikle içecek alacağım sırada sorun çıkıyordu. Kimliğimi gösterdiğimde sorun çözülüyordu. Bir orospu garson - Irkçılıksa ırkçılık Uzak Doğuluydu- kimliğimi yeterli bulmadı, pasaportumu da görmek istedi. Ben de sinirlendim, "Kimlik yeterli" diye direttim. Kadın gıcıklık yapmaya devam etti. Ben de "I'm showing you the fucking ID" gibi bir cümle kurdum. Bu sanki anasını sikmişim gibi bir bakış attı, "Güvenliği çağıracağım" dedi. Çağırmazsan en adisin ulan. Neyse görevli geldi, ben de bana çok ters davrandığını, kaç kez kimliğimi göstererek sorunun çözüldüğünü anlattım. Bu abimiz çok tatlış biriydi, beni danışmaya götürdü ve bir daha kimliğimi sormamalarını sağlayacak bir bileklik taktırttı. 21 yaş üstü olduğuma inanmayan gözlerle karşılaştığımda bilekliğimi göstererek bu işten de sıyrılmış oldum. Eksik olma canım abim. Uzak Doğululara neden kurulduğuma gelecek olursak, bu insanların inanılmaz ruhsuz olduklarını, insanlıktan nasiplerini almadıklarını düşünüyorum. Yani moron gibi geziyorlar ortalıkta. Benciller, kabalar, sempatiklikten uzaklar, sadece kendileri için yaşıyorlar. İnsanların onlar hakkında ne düşündükleri zerre umurlarında değil. Amerikanlaşmış olanları tabii ki böyle değildir; ama ben bu varoş karının kendi kültüründen zerre kopmadığına eminim. Demiyorum ki kendi özünden vazgeçsin; ama biraz insancıl ol be, ölmezsin yani. Amerika'da yaşıyorsan, oradaki insanların alışık olduğu gibi davranabilmelisin diye düşünüyorum. He bu arada elbette ki şu zamana kadar bir görevliye “Siktiğimin kimliği” gibi bir cümle kurmuş değilim. Sanırım yabancı dizilerde “Fuck” kelimesini çok rahat kullandıkları için ağzımdan öylece çıkıverdi. Kadın o kadar nemrut ve gıcıktı ki, ben de bir miktar terbiyesizlik etmiş oldum.
Casinodan çıktıktan sonra otelin spa, havuz bölümünü kullanayım bari dedim. Spa ücretliymiş, vazgeçtim. Havuz da antik çağ temasında tasarlanmış, küçücük bir havuzdu. İçinde mal gibi duruyordu insanlar. Yüzmeye hiç uygun bir havuz değildi yani. Ben de hemen sıkıldım, çıktım o yüzden. Akşam Bellagio otelinin önündeki büyük havuzdaki meşhur su gösterisini izleyecektim. Her akşam 22:00’de müzik eşliğinde oluyordu ve çok popülerdi. Birçok insan izlemek için tam o saatlerde otelin önünde yerini alıyordu. Akşam yemeğini San Marco meydanındaki güzel restoranlardan birinde yedim. Eh, biraz kendimi şımartayım değil mi? Sonrasında su gösterisini izlemek üzere otelden ayrıldım. Las Vegas’ın akşamı da ayrı bir sıcaktı; ama elbette ki gündüze göre daha katlanılabilirdi. Bellagio Hotel’in önünde yerimi aldım. Tam saatinde, gerçekten görülmeye değer olan gösteri başladı. Yaklaşık 5 dakika sürdü. Müziğin suyun hareketleriyle olan senkronizasyonu, ışıklar, ambiyans harikaydı. Bir dansçıyı izler gibi izledim resmen. 

       

Sonrasında Paris Hotel’e girdim. Kocaman bir Eiffel Kulesi vardı elbette. Güzeldi, iç kısmı benim kaldığım otelle neredeyse bire bir aynıydı. Caesar’s Hotel, sanırım en beğendiğim otel oldu. Bunlar gibi adını hatırlamadığım 4-5 otel daha gezmişimdir.
Las Vegas’ta artı bir etkinlik olarak spor arabayla hız sürüşü yapmayı düşündüm. Arabalar da Lamborghini’ler, Ferrari’ler falan… Ama 250$ olduğunu öğrenince vazgeçtim. Anasının amı yani. Arabayı kiralayıp bütün gün sürdüm, 80$ ödedim. Sikindirik bir deneme sürüşü için –bunu okuyan erkekler deliriyor olabilir şu an- hayatta o parayı vermem. Yani ben ne kadar hız yapabilirim ki, korkarım bir kere. Bu paraları daha önce de söylediğim gibi çatır çatır kumarda yedim ben hahaha!
Las Vegas’taki son günümde bir önceki sabah aldığım cafeden kek ve kahve aldım. Yine geçtim Casino bölümüne, kaçışım yok… Mıknatıs gibi çekiyor beni. Sonuç yine hüsran, yine kayıp. Artık tamam dedim, hesaplarıma göre 250$’a yakın para kaybetmiştim. Ki bu hatırladığım, belki arada başka paralar da gitti. Gerçekten apayrı bir sarhoşluk yaratıyor insanda. Böyle bir durum yaşayacağımı asla hayal edemezdim açıkçası. Gerçi public urination’u da hayal etmemiştim; ama San Diego’da ulu orta şarıl şarıl işedim hahahaha. Özel mülke izinsiz de girdim. Bunların hepsi para ya da hapis cezası alabileceğim şeylerdi. ILLEGAL REIS ONLINE.
Öğleden sonra bir acıkma geldi. Otelden ayrılayım, biraz gavur sıcağını bedenimde hissedeyim, kumar mahmurluğu atayım diye düşünerek dışarı çıktım. İyice acıkınca da yemek yiyecektim. Victoria’s Secret’ta sütyen ve külot indirimi vardı, hemen fiyat/performans anlamında en mantıklı seçimleri yaparak alışverişimi tamamladım. Birkaç mağazaya daha girdim; ama inanın daha fazla para harcayacak yürek kalmamıştı bende. Kalbim buruktu… Yemek yiyeceğim bir mekân seçtim kendime. Hamburger söyledim, risksiz, hayal kırıklığı yaratmayan bir seçim oldu bu. Oldukça lezzetliydi. Diğer restoranların aksine burada mayonez de vardı. Amerika’da gerçekten anlam veremediğim bir durumdu bu. Fastfood restoranlarında nasıl mayonez olmaz ya? Envai çeşit sos oluyor; ama mayonez getirmiyorlar! Gerçekten inanamıyorum. Hamburgeri yiyip biraz daha etrafı turladıktan sonra Cirque De Solei’ye geldim. Beatles Show’u gerçekten mükemmeldi. Anlatılmaz yaşanır bir andı benim için. Bu deneyimi de yaşadığım için son derece mutlu ayrıldım oradan.

                                 

Gösteri bittikten sonra biraz daha dışarıda gezindim. Artık havanın sıcaklığına alışmıştım. Zaten ben her koşulda sıcak havayı soğuğa tercih ederim. Varsın terleyip bunalayım, üşümek kadar rahatsız etmiyor beni. Sıcak memleket insanı olduğum kesin ve net. Bazen 18 sene Zonguldak'ta nasıl yaşayabildiğimi sorguluyorum. Size yemin ediyorum, kışın güneş doğmuyordu resmen. İstisnasız her gün koyu gri bir havayla güne başlıyorduk. İyi ki üniversitede Antalya'yı kazandım da kendimi buldum. Positive vibes only. Ay konu nereden nereye geldi. Özetle Las Vegas'ta günlerim böyle geçti. Otel odam hayatımda konakladığım en güzel odaydı. Yediğim yemekler keyifliydi. Şehrin her daim canlı oluşu çok etkileyiciydi. Bir taraftan casino deneyimini Amerika'da yaşamış oldum. Filmlerde sık sık gördüğümüz Las Vegas tatilini yaşamıştım! Gönül isterdi ki biraz para kazanabileyim, ama kısmet olmadı n'apalım?
Ertesi gün öğlen San Francisco'ya uçtum. Burası tatilimin son durağıydı. Aslında San Francisco 800.000'lik nüfusu olan, küçük bir şehir. Ben nedense hep daha büyük bir yer olarak hayal etmiştim kafamda. Meşhur Golden Gate'in heybetinden olsa gerek. Burada 3 gün geçirecektim. Otelim şu zamana kadar kaldığım yerler içinde en merkezi oteldi sanırım. İstiklal Caddesi'ni andıran, gece gündüz tramvayın geçtiği bir sokaktaydı. San Francisco'yu İstanbul'a çok benzettim. Vardığımda çoktan akşam olmuştu, otel odasına yerleştim. Odam güzeldi güzel olmasına da, dev valizimle sığmakta biraz zorluk çektim. Duşumu aldım, biraz telefonumu kurcaladıktan sonra uyudum.
Ertesi gün erkenden kalktım, hazırlandım. Kahvaltı için yine Acai Bowl tercih ettim. Four Square'de en yüksek puanı alan Bowl'd Acai adlı karavan şeklinde bir mekâna gittim. Önünde minik tabureler vardı, orada afiyetle yedim. Fıstık ezmesinin aşığıyım aşığı. Bunu da belirtmek istedim kendimi tutamayıp hahaha. Kahvaltımdan son derece tatmin olmuştum. Şimdi sıra biraz turistlikteydi. San Francisco'nun dik yokuşlarını bilmeyen yoktur. GTA San Andreas oynayan kardeşlerim bilir. Bu arada ben o oyunu sadece araba sürmek, taksiclik, ambulans şoförlüğü vb. işleri yaparak para kazanmak ve orospuları arabaya atmak için oynuyordum asjhdjksd. Görevleri yapmaktan çok sıkılıyordum.


Neyse konumuza dönersek, meşhur Cable Car'a binecektim. Tarihi bir tramvaydı bu. Uzun bir bekleme sırası oluyordu, saat henüz erkenken bir an önce sıraya girmem lazımdı. Telefonuma mobil app'ini indirerek yükleme yaptım, binerken görevliye barkodu gösterdim. 7$'lık bir ücret ödedim. Bence gayet makuldü. Cable Car'a sıkıca tutunup yavaş ve biraz da çetrefilli yolculuğun keyfini çıkardım. Özellikle yokuş aşağı inişlerde manzara bir harikaydı. Fisherman's Wharf'ta indim. Uzun Yaklaşık 15 dakikada varmıştık. Zikzak yoluyla meşhur Lombard Street'e doğru yürümeye başladım. Dik yokuşlu, yorucu bir yürüyüş oldu bu. Oldukça güzel bir yerdi; ama fotoğraflamayı bir türlü başaramadım. Çünkü sürekli araba geçiyordu bu zikzak yoldan. Bu yazıyı yazarken Google Görsel'den sokağı arattım, yemin ederim sokağın içindeyken böyle güzel bir yerde olduğunuzu anlamıyorsunuz. Kuş bakışı görmek lazım o estetik görünümü fark edebilmek için. Yokuş çıkmaktan anam ağlamış olduğu için ben pek keyfine varamamışım anlaşılan. Hedefim Golden Gate köprüsüne yürümekti. Yokuş aşağı inerek okyanus seviyesine indim. İnerken güzel evleri, eşsiz manzarayı becerebildiğim kadar fotoğrafladım. Şehrin bu kısmı Arnavutköy'ü andırıyordu. Bir ara bisiklet kiralamayı düşündüm; sonra vazgeçtim. Yürümek daha kolayıma geldi o an. Hava L.A ve San Diego'ya göre çok daha serindi. Las Vegas'la zaten kıyaslamıyorum. İlk kez San Francisco'da sonbahara girdiğimizi fark ettirecek bir havayla karşılaştım. Uzuun uzun yürüdüm. Müzik dinledim, yürüyüş yapmakta olan insanları ve köpeklerini inceledim. Nihayet o meşhur köprüye varmıştım. Benim için gerçekten bir zafer anıydı. 2 saattir durmaksızın yürüyordum. Manzara tarif edilemezdi. Hemen birkaç fotoğrafımı çektirdim. Kendim de bir sürü fotoğraf çektim. Köprünün altındaydım. Yukarı doğru çıkan patikayla giderek köprü seviyesine çıktım. Burada çektirdiğim fotoğraflarım daha güzel çıktı. Köprüye çıktığımdaysa hedefim bir otobüsle karşı yakaya geçmekti. Sausalito'da meşhur bir hamburgerci vardı ve oraya gitmeyi planlıyordum. Hamburgercinin ismi Napa Valley'di. Gerçekten çok ama çok lezzetli bir burger yedim. Üstüne de çeşit çeşit şekerleme, çikolatanın olduğu bir dükkândan çikolata aldım. Ayılıkta sınır tanımıyordum! Ama aşırı yürüdüğüm için enerjiye gerçekten de ihtiyacım oluyordu. Günün sonunda ayak tabanlarım korkunç bir şiddette ağrıyordu. Her gün yeni bir yeri su topluyordu resmen. Bu gezide ayaklarıma büyük haksızlık yaptığımı düşünüyorum. Hep rahat ayakkabılar giydim giymesine; ama iki hafta boyu her gün 20 km'lik adım atınca ayakkabıların da bir faydası olmadı. Neyse ki tatilimin sonuna yaklaşmıştım. Ne kadar dolu dolu bir gün olmuştu böyle. Akşam da bir Roof Bar'a gitmeyi planlıyordum. San Francisco'da ulaşımda toplu taşımayı başarıyla kullanabildim. Uber çok yüksek fiyat gösterince, Golden Gate'den bindiğim otobüsü dönüş istikametinde de kullandım. Beni zaten otelime çok yakın bir yerde bırakmış oldu, bir daha vesait kullanmadım. Otele geldiğimde yatağa yığıldım desem abartmış sayılmam. Güya Roof Bar'a gidecektim! O kadar yorgun düşmüştüm ki, direkt uyuyakaldım. Uyandığımda saat epey geç olmuştu. Yine sosyal medya gezintisi yapıp tekrardan uyudum.


San Francisco'daki ikinci günümde önce Sephora'da kozmetik alışverişimi yapmaya, biraz şehir merkezinde takılmaya, sonra da Fisherman's Wharf'ı gezmeye karar verdim. Acai Bowl'umu bir güzel yedim, dosdoğru Sephora'ya gittim. Amerika'dan elbette ki güzel ürünler almayı kafama koymuştum. Birçok uçuşum olacağı için gideceğim son şehirden almaya karar vermiştim. Far paleti, highlighter, rimel, ruj aldım. Far paletim hayat kurtarıcım oldu resmen. Aslında Huda Beauty almak istiyordum; ama parama kıyamadım, indirime girmiş olan Urban Decay'in paletini aldım. Şimdiki aklım olsa ikisini de alırdım! Ah Sinem ah, 250$'ı kumarda kaybederken hiç sorun yok, kozmetikte pintilik yapıyorsun! Neyse, yine de beni uzun süre götürecek ürünler almıştım. Buradaki işim bitince otele geri döndüm, poşetleri bıraktım, biraz makyaj yaptım. Hava serin olduğu için elbisemle gezemeyecektim. Üstümü değiştirdim. Şort giydim; ama yanıma polarımı da aldım. Havanın sıcaklığına göre ya belime bağlayacaktım, ya da giyecektim. San Francisco’da tramvay hattı o kadar fazla ki, bol miktarda trafik ışığına maruz kalıyorsunuz. Yaya geçitlerinin önünde uyarı tabelaları mevcut. İnsanların ışığı beklemesi için oldukça etkili olabilecek tabelalar bunlar. Örneğin 1 hafta önce ışığa dikkat etmeyerek karşıya geçip ölen birini yaşı ve cinsiyetiyle yazmışlar. Genellikle yakın tarihlerde olan kazaları yazmaları daha bir vurucu oluyor açıkçası. Amerika’da yaya geçitlerinde ışık olmasa dahi kesin ve net olarak araçların durup yol vermesi gerekiyor. Bu kurala uymayan yok diyebilirim. Ama şehir merkezinde her yere yayalar için de ışık konulmuş. Başka türlü baş edilemezdi zaten.
Birkaç AVM’ye girip gezindikten sonra yeniden Cable Car'a bindim ve Fisherman's Wharf'a gittim. Burası San Diego'daki Pacific Beach'i andırıyordu. Pier39 diye bir yere girdim. Burası da bir yiyecek alanıydı. Ön kısmı okyanusa bakıyordu, orta alan festival alanı gibi insan kaynıyordu resmen. Dans eden sokak dansçıları da vardı. Etrafı gezdim, fotoğraf çektim ve çektirdim, acıkınca da oldukça meşhur olan ekmek içinde çorba içmeye gittim. Siparişimi alan çocuk Türk olup olmadığımı sordu. Meğersem Work and Travel öğrencisiymiş, Akdeniz Üniversitesi'nde okuyormuş. Tesadüfe bak! Biraz onunla sohbet ettim. Çorba oldukça lezzetliydi. İsmi Clam Chowder'dı. Deniz tarağı çorbasıymış. Valla ne olduğuna bakmadan bizim çocuğa güvenip seçtim. Pişman da olmadım. 
 

Akşamüstüne kadar burada zaman geçirdim. Gün batımı oldukça keyifliydi. Otele Cable Car ile dönmeyi planlıyordum; ama o kadar sıra vardı ki sikerler deyip Uber çağırdım. Otele döndüm. Artık tatilin sonlarına yaklaştığımdan olsa gerek, akşam dışarı çıkmaya asla motive olamıyordum. Odada yığılıp kalıyordum. Ertesi gün son günümdü. Dönüş uçağına binecektim. Üstelik San Francisco'nun akşamları gerçekten serindi. Dışarı çıkıp üşümek de istemiyordum. Down town'da konakladığım için sokaklar da pek güvenilir görünmüyordu. Şimdiye kadar her şeyin yolunda gittiği bir tatil geçirmiştim. Bunun bozulmasını da istemiyordum. Bu nedenler yüzünden iki akşamımı da odada dinlenerek geçirdim.
Ve son günüm...Amerika ve San Francisco'daki son günümde meşhur bir kafede oldukça lezzetli bir kahvaltı yaptım. Artık hava iyice soğuduğu için Ross'tan rahat bir eşofman altı aldım. Görmeyi planladığım The Painted Ladies'e doğru yürümeye başladım. Burası da tarihi, renkli evlerin olduğu bir yerdi. Şehrin bu kısmı oldukça sakindi. Bir şeyler içmek için Bean Bag Cafe diye bir yere girdim. Central Perk'i andıran tatlı bir atmosferi vardı. Burada birkaç saat zaman geçirdim. Akşamüstü Down towna geri dönüp, Delarosa diye bir restoranda harika bir Margaritha pizza yedim. Hani şu üstünde Burrata olan pizzalardan. Tadı şaheserdi! Saat 6'ya geliyordu. Uçuşuma birkaç saat kalmıştı. Veda moduna girmiştim artık. Pek gezme kafasında değildim. Amerika'dan dönecektim, inanılmaz geliyordu! Bir taraftan misyonumu tamamladığımı düşünüyordum, bir taraftan da gerçekten buraya ait olduğumu, bir şekilde Amerika'da kalıcı olarak yaşamam gerektiğini düşünüyordum. O kadar gaza gelmiştim ki USMLE'ye hazırlanmaya karar vermiştim. Türkiye'ye dönünce tabii ki yalan oldu bu düşünce; ama oradayken bu sınava hazırlanacağımdan son derece emindim. Adeta kendimi bulmuştum burada. İlk günden son güne kadar hiçbir şekilde bulunduğum ortamı yadırgamadım, adaptasyon problemi çekmedim. Sanki Amerika'ya ilk gelişim değildi, sanki devamlı buradaydım. O kadar benimsemiş, her bir anından o kadar keyif almıştım ki. Düşünsenize 14 gündür tek başıma, evimden, ülkemden kilometrelerce uzaktaydım. Kendimi hiç yalnız hissetmedim, hiç ciddi bir korku yaşamadım, hiç dönmek istemedim. Hayatım boyunca kendime yapabileceğim en sağlam kıyaktı diyebilirim. Neredeyse düğün kadar masraf yaptım. Zaten arkadaşlarıma sık sık söylüyorum "Bu tatili yaparak kendimle evlendim" diye. İyi ki yaptım ve iyi ki bu blogu yazdım! Çünkü yazdıkça o görüntüler gözümün önünde bir kez daha belirdi, tatilimi adeta yeniden yaşamış oldum. Okuduğunuz, benim için çok özel olan bu anıları benimle yaşadığınız için hepinize teşekkür ederim. Bir sonraki yazımda görüşmek üzere!

Veeee son kez: YU ES EY!

Herkese Merhaba!

Günlükvari 16 - Nihayet Bahar!