Söz verdiğim mükemmel bir içerikle sizlerleyim! Amerika seyahatimi tüm detaylarıyla anlatacağım!
Her anını tekrar tekrar yaşamak isteyeceğim bir tatildi. Irmağının akışına ölürüm YU ES EY. Yazımın ilk kısmını dönüş uçağında yazmıştım. Yarım bıraktığım noktadan hatırlayabildiğim kadarıyla devam edeceğim. Bir de çektiğim fotoğraflar eski telefonumda olduğu için Instagram storylerimde paylaştığım fotoğrafları araya serpiştireceğim. Haydi bakalım.
İsterseniz ilk günden başlayalım. İzmir-Münih-Los Angeles güzergâhı ile Amerika'ya giriş yaptım. Yolculuk aktarmayla birlikte 20 saat sürdü. Beklediğimden çok çok konforluydu açıkçası. Koltuk aralıkları genişti, devamlı yiyecek, içecek ikramı yapılıyordu, eh daha ne olsun? Premium economy rocks!
Havaalanına adım atar atmaz beni pasaport sorgulama bölgesi karşıladı. Otomatik geçiş için cihazlar yapmışlar, istersen sıra beklemene gerek kalmadan pasaportunu cihaza okutup parmak izini tanımlayıp geçebiliyorsun. Ben öyle yaptım, çok hızlı oldu. Uber kullanmayı düşünüyordum ama henüz Abd'de kullanacağım hattı almamış olduğum için internete bağlanamadım. Taksiye bindim mecburen. Abd tatilimde Uber’i o kadar çok ve verimli kullandım ki, Uber olmasa en az iki kat daha fazla para harcayacağım kesindi. Neyse ilk yolculuğun günahı olmaz.
Otelim Hollywood bölgesindeydi. 45-50 dakikada vardık. Odam güzel, tatlış bir odaydı. Ben nakit ödeme yapmak istediğim için bankamatik bulmam gerekiyordu. Ama her şeyden önce bir hat almam şarttı. Resepsiyondaki kız bana GSM mağazasının Google Maps’ten çıktısını alıp verdi. Allah'ım bir yeri bulmak ancak bu kadar uzun sürebilirdi! Tabii turist modunda olduğum için her şey kolaylıkla dikkatimi dağıtabiliyordu. Örneğin Walk of Fame. Ben orayı Greenwich gibi hayal ediyordum açıkçası. Meğer işlek bir caddeymiş. Yürürken ünlülerin üstüne basıp geçiyorsun. Gözümde fazla büyüttüğümü o an anladım. Bir de biraz leş bir bölge Hollywood. Ne açıdan diyecek olursanız, sokakları görece pis, idrar kokusu oldukça belirgin, laf atan (özellikle siyahiler) çok insan var ve evsiz sayısı da oldukça fazla. Los Angeles’ın şehir merkezi olan Downtown kısmı daha da betermiş buradan. Taksi şoförü “Gitmeni önermem” deyince, zaten gezi programımda olmayan bir yer olduğu için direkt olarak eledim orayı. Ben fellik fellik GSM ararken bir taraftan da etrafı kısaca gözlemlemiş oldum. Neyse, saat 19:02'de buldum şu T-mobile'ı. Bir baktım, mağazayı kapatıyorlar! Kıza yalvar yakar durumun acil olduğunu, aileme ulaşmam gerektiğini, yarını bekleyemeyeceğimi anlattım. Sağ olsun halime acıdı da, 10 gb internet paketi olan bir hat satın alabildim. Bu işi halleder halletmez akşam yemeği için meşhur In-N-out burgere gitmeye karar verdim. İlk Uber’imi çağırdım. Patates kızartması almadan yalnızca burger ve içecek aldım. Burayı abartı bulan da var, çok seven de. Ben beğendim açıkçası. Bahçede bir çocuğun yanına oturdum. Biraz havadan sudan konuşurken menüsünü almaya gitti. İki büyük menüyle gelince “Vaay baya büyükmüş yemeğin.” dedim. Munchies yüzündenmiş meğer. Heh dedim şaşırdık mıı, hayır. Neyse oradan kalktım, otelime gitmek üzere Uber çağırdım. İlk akşamım böyle geçti. Ertesi sabah erkenden kalktım, ünlü alışveriş merkezi Grove'a gitmek üzere yola çıktım. Öncesinde IHOP'ta kahvaltı edecektim. Yürüme mesafesindeydi. 20 dakikada vardım. IHOP geleneksel Amerikan kahvaltısı restoranı. Yumurta, sosis, pankek ve kahveden oluşuyor. Bana oldukça ağır ve fazla kalorili geldi açıkçası. Hem yediklerimi eriteyim, hem de etrafı gezeyim diye Grove'a kadar yürüdüm. Yol boyu müstakil villalar, ağaçlar, geniş ve düzenli yollar gördüm. Fotoğraflarını çektim. Grove'a vardığımda karşısında Ross mağazası olduğunu görünce önce oraya girdim. Ayakkabım ayağımı vuruyordu, hemen kendime başka bir ayakkabı aldım. Ross denilen mağaza, giyimden teknolojik cihazlara, kozmetik ürünlere kadar uzanan çok kapsamlı bir yer. Mağaza zinciri halinde tüm eyaletlerde var. Telefonuma kap, ekran koruyucusu, çorap, kıyafet, ıvır zıvır hoşuma giden ne varsa aldım. İnsan aslında ucuz olduğunu sanıyor ama değil. 5,8 ile çarpıyorsun neticede, nasıl ucuz olabilir? Neyse, bir güzel alışveriş yaptıktan sonra Grove'a girdim. Çok lüks, kalite kokan bir alışveriş merkezi. Restoran bölümü de mevcut. Acıktığımı fark etmem üzerine daha önce internetten bulduğum Acai Bowl yapan kafeye gittim. Haaaarika bir bowl yedim. Çok ferahlatıcı ve doyurucu oluyor.
Buradan Melrose Avenue'deki meşhur pembe duvara gidip fotoğraf çektirdim. Açıkçası bunu niye yaptım bilmiyorum, sürü psikolojisi sanırım. Neyse güzel fotoğraflarımı post olarak paylaştım. Yolda yürürken girdiğim ekstra pahalı butiklere fakir fakir bakışlar attım. Sonrasında ünlü bir kahveciye gittim. Ancak kahve değil, hindistan cevizi suyu içtim. Bildiğin hindistan cevizini senin önünde kırıp içine pipet koyuyorlar. Epey lezzetliydi ama sonlara doğru baydı. Bu arada yeni aldığım ayakkabı da ayağımı vurmaya başladı. Sanırım yanlış numara almışım.:( Abd'ye göre 38,5 giyiyorum. :( Kahvecide ayakkabımı değiştirip Grove'a geri döndüm. Akşamüstü kokteyli içtim, fotoğraf çektirdim. Otelime geri dönüp dinlendim. Gece 1 gibi hazırlanıp çıktım.
Gitmek istediğim club kapalıydı ama karşısında popüler görünen başka bir club buldum. Tek başına tatilde olmanın sıkıntılı noktaları bu anda yaşandı. Sadece yürürken bile elimi tutmaya, konuşmaya çalışan o kadar insan oldu ki. Size yemin ederim taciz edilme korkusundan götümü bir duvara dayayıp içkimi orda içtim ve dans ettim. 2'de de club kapandı zaten. Burada gece hayatının ilginç bir şekilde 2'de sonlandığını fark ettim. Sokaklar boşalıyor, mekânlar kapanıyor. 7/24 açık olan fastfood mekânları dışında sokaklarda gerçek bir sessizlik hakim oluyor. Odama geldim, bayılayazarak uyudum.
Ertesi gün Universal Studios günüydü. Yanlış hatırlamıyorsam 140 dolar verdim. Burası bir fuar alanı gibi. Bölüm bölüm ayrılmış, her bir filmin kendine ait simülasyonlu şovları var. Örneğin Harry Potter'la Quidditch oynuyorsun, oturduğun sandalye o oyuna göre gerçekçi bir şekilde hareket ediyor. Birkaç tane böyle oyuna girdim, açıkçası hoplayıp zıplamaktan midem kalktı dhdjdj. Pek hoşlanmadım o yüzden. Benim için en güzeli Universal Studios yazılı kürenin önünde fotoğraf çekinmek ve rehberle birlikte yaptığımız stüdyo turuydu. Ben bu stüdyoların bu kadar aktif kullanıldığını bilmiyordum açıkçası. Hangi filmin hangi sahnesinde kullanıldığını görüntülerle pekiştiriyorlar, kimi zaman yine simülasyonla film karakterleri devreye giriyor, epey heyecanlı ve güzel duygular yaşıyorsun. Universal Studios'tan çıkıp meşhur Hollywood tabelasına gittim. Fotoğrafımı çektirdim, Beverly Hills'e gitmek üzere Uber çağırdım. Gelen şoför çok tonton bir amcaydı. Bana ailemin tek başıma gelmeme nasıl izin verdiğini sordu. Babacan bir tavırla burada kimseye güvenmemem gerektiğini, özellikle zencilerden uzak durmam gerektiğini öğütledi. Meğersem serseri tayfa kız düşürmek için bir günlüğüne lüks araba kiralıyormuş. Lüks arabalara hiç aldanma dedi dhdjdj. “Tamamm amcacığımm” diyerek vedalaştım adamla. Veeeee Beverly Hills Rodeo Drive... Her şeyin inanılmaz lüks olduğu, herhangi bir mağazaya adım atmaya korktuğum yer. Mükemmel nezih, aydınlık, görkemli bir bölgeydi. Orada meşhur olduğu duyduğum Urth Cafe'ye gidip salata ve yaban mersinli cheesecake yedim. Tadı hala damağımda... Yalnız şu yeşil renk saçma sapan bir içecek var ya hani, Matcha ismi. Matcha Latte siparişi verdim. Dedim şu an blogger modundayım, bu içeceği denemek için bundan daha uygun bir zaman olamaz! Size yemin ederim hayatımda bu kadar iğrenç bir şey içmedim. Bakın parasını verdiğim her şeyi tüketirim, kolay kolay yarım bırakmam ama bunu bıraktım. Düşünün ne derece iğrenç olduğunu.
Akşam için kendime mekan ararken Foursquare'de bir bar buldum. İyi dedim oraya gideyim. Uber şoförü mekânı başta bulamadı, ben tabelasını görüp indim. Keçi şeklinde tabelayı görüyordum ancak önündeki kapı kilitliydi. İçeriden de epey gürültü geliyordu. Allah dedim burada bir secret party mi dönüyor?? Hemen etrafa göz gezdirdim, kapıyı açan yok, başka bir giriş yok. Meğer ben çok yanlış yerden bakıyormuşum. 10 metre ileride asıl kapısı varmış ahsjdjdj. Neyse gayet normal girdim ben buraya. Secret party diye boşa triplenmişim. İçeceğimi aldım, bahçedeki masalardan birine oturdum. Çaprazımdaki adam sigara içip içemeyeceğini sordu. Dedim sigara köpeğin olsun yeter ki iç. Kimse mi sigara içmez aq ülkesinde?? Ya da şakasız her yerde yasak mı olur? Bu tatilde bana en şok edici darbeyi vuran konu sigara oldu sanırım. Ara ara içen biri olmama rağmen Abd'de insanların neredeyse HİÇ sigara içmemesi çok etkiledi beni. Beverly Hills bölgesinde komple yasak örneğin. Her neyse, bulmuşum sigara içen birini, tabii ki otlanmak istedim. Sağ olsun istediğin kadar iç dedi. Sonra sohbete başladık. İsmi Rick, mesleği oyunculuktu. Los Angeles'ta kimle tanışsan ya yönetmen ya oyuncu çıkıyormuş zaten. Arkadaşıyla buluşacakmış, onu bekliyormuş. Öyle havadan sudan lafladık. Daha önce iş için Ankara'da bulunmuş, çok beğenmiş. Neresini beğendin gibi bir tepki verdim dayanamayıp dhdjdjd. Neresini beğenmiş olabilir aq? Arkadaşı geldi o sırada. Tatlı bir çocuktu. Bizim sohbet koyulaştığı sırada bir kadın sigara istedi, sonra bir şekilde bizimle oturmaya başladı. Allah'ım ya rabbim dizi karakteri gibi bir kadındı bu. Adı Bone miydi neydi. Bu da senaryo mu yazıyormuş, editörlük mü yapıyormuş, öyle bir şey. Baya özgüvenli, tombul suratlı, koca memeli, kilolu bir ablaydı. 34 yaşındaymış. Masaya resmen konuşma ihtiyacını karşılamak için dadanmış gibiydi. Ben dediklerini güç bela anlayabildiğim için (motora takmış gibi hızlı konuşuyor ve sürekli mizah yapma derdinde) başımı onaylamak ve gülmekten başka bir şey yapamadım. Rick benim sohbete fazla katılamayacağımı anladı, çünkü dizi replikleri gibi vurgulu ve iddialı milyonlarca cümle kuran bu kadının önce dediklerini kafamda tercüme edip, sonra da yanıt verebilmem epey zordu. Başta ilgimi çekse de sessizliğimin uzun sürmesi beni de rahatsız etmeye başladı. Sonra Rick ve Rick’in arkadaşı bana doktorlukla ilgili sorular sormaya başlayınca biraz konu değişti. Ben de Rick’e Türkiye’ye gelme nedenini sordum, o da anlattı. Meğer Nazım Hikmet’in hayatının anlatılacağı, uluslararası bir film çekilecekmiş, oyuncu olarak da Haluk Bilginer düşünülüyormuş. Haluk Bilginer’le bu iş için Skype görüşmesi yapmış. “İnanılmaz bir adamdı, resmen Sykpe için takım elbise giymişti ve kusursuz bir İngiliz aksanıyla konuşuyordu.” dedi. Ben mest olmuş bir şekilde olayları dinliyorum tabii “Ulan nasıl muhabbetlere denk geliyorum.” şaşkınlığıyla. Her neyse, bu filmin çekilmesi ile ilgili Kültür Bakanlığı’yla sorun yaşamışlar. Bu sorunu çözebilmek için Ankara’ya gelmiş ama maalesef çözülememiş. Proje de askıya alınmış. Durduk yere dert, tasa sahibi oldum bu bilgiler yüzünden. Haluk Bilginer’i dev bir projede izleme fırsatımız elimizden alınmış meğersem.
Barda o akşam karaoke gecesiydi. Zaten mekânı seçerken karaoke olması artı puan olmuştu benim için. Gelir gelmez ismimi yazdırmıştım, sıra gelince 2 tane şarkı söyledim. Biri “I knew you were trouble”, diğeri “Diamonds” oldu. Epey alkış aldım. Seviyorum bu fancy hayatı.
Gecenin sonuna doğru -ki saat 12 falan- Rick ve arkadaşı yanımızdan ayrıldı. Rick’le vedalaşmadan önce instagramdan takipleştik. Onlar gittikten kısa süre sonra ben de çıktım mekândan. Sanırım tatilimin en dolu sohbeti o akşam yaşanmıştı.
Ertesi gün Los Angeles’ta son günümdü. Venice Beach’i görmeyi planlıyordum. Bunun için de araba kiralamam gerekiyordu. Yani istesem Uber’le de gidebilirdim; ama hem çok pahalı olacaktı, hem de tek başıma “Road trip” deneyimi yaşama deneyiminden mahrum kalacaktım. Araba kullanırken herhangi bir sorunla karşılaşmaktan elbette ki korkuyordum, bu nedenle orada yaşayan akrabalarımdan ufak tefek tavsiyeler aldım. Youtube’dan en önemli kurallarla ilgili video izledim. Tamam dedim, ben bu işi yapacağım. Sabah kalktığım gibi kaldığım otelin verdiği yaban mersinli light yoğurtları yanıma bolca depolayıp yola koyuldum. Çilekli ve şeftalili de fena değildi; ama yaban mersinli olan en güzeliydi. Yaban mersini burada o kadar çok tüketilen bir meyve ki, her şeyin içinde bulabilirsiniz. Özetle, Türk usulü beleş kahvaltı istifçiliğini yaparak araba kiralamayı planladığım yere gittim. Derkeen, öğrendim ki uluslararası ehliyet belgesi çıkartmam gerekiyormuş. Onu da seyahat öncesi kendi ülkemde halletmeliymişim. Benim böyle bir bilgim yoktu. Başka yerlere sorabileceğimi söylediler. Kurallar değişkenlik gösterebiliyormuş. Ben de başladım firma gezmeye. Nihayet bir yerde ehliyetimi kabul ettiler. Araba olarak Dodge marka, uzun, siyah bir araç verdiler. “Bu araba uygun mu?” diye sorduklarında başta büyüklüğü nedeniyle tereddüt ettim, sonra “Amaan, bir daha böyle bir arabayı kullanma fırsatım olmayabilir, neden olmasın?” diyerek kabul ettim. Arabayı 80$’a kiraladım. Yalnız şöyle bir sorun vardı, telefonumu navigasyon için kullanmam lazımdı ancak arabada telefonu sabitleyebileceğim bir tutucu yoktu. Mecburen yola çıkmadan önce onu bulmam gerekiyordu. Yaklaşık 500 m ileride Toyota yetkili servisi vardı, araç içi ekipman bölümünden onu da hallettim. Güne başladığımdan beri prosedürlerle uğraşıyordum resmen. Hava da o kadar sıcaktı ki, yürümekten canım çıkmıştı. Ama artık yola çıkmaya hazırdım! Açtım navigasyonu, çevre yoluna çıktım. Abd’de hız limitleri inanılmaz katı. Otobanda gidiyorken bile 60-80 km/sa hız sınırları mevcut. 80 km/saatin üzerine çıkmadım diyebilirim. Tabii onlar birim olarak mil’i kullanıyor. Yaklaşık olarak bu değerlere denk geliyor. Telefonumu bluetooth ile arabaya bağladım, Spotify’dan en sevdiğim şarkıları yüksek sesle açtım. Arabanın motor gücü, sürüşü, ses sistemi, her şey harikaydı! O kadar keyifliydi ki anlatamam! Tabii ki konumu takip ederken ara ara yanlış yollara girdim; ama işler hiçbir zaman çığrından çıkmadı. Bir şekilde yeniden beni ana yola yöneltti. Yaklaşık 35 km’lik bir yolum vardı. Önce Malibu’ya gitmeyi planlıyordum. Malibu Farm diye ünlü bir restoranda kahvaltı yapacaktım. İskelenin en ucunda, harika bir manzarası ve yiyecekleri olan bir yerdi burası. Geniş bir park yeri bulur bulmaz arabamı park ettim, konumda yerini işaretledim ve yürümeye başladım. Biraz okyanusun kenarından yürüdüm. 15 dk’lık yürüyüş sonrasında Malibu Farm’a gelmiştim. Restoran oldukça kalabalıktı, dışarıda sıra vardı. Ben içerde oturmayı planlıyordum, serin serin yemek istiyordum yemeğimi. Sıra bana gelince siparişimi verdim. Çırpılmış yumurta ve somonlu bir kahvaltı sipariş ettim. Masama geçip siparişimi beklemeye başladım. Derken somonlu bir hamburger geldi. Allah Allah, ben bunu mu sipariş ettim diye tereddüt ettim; ama doğrudur herhalde diyerek yemeye başladım. O kadar yorgun ve açtım ki, çok da sorgulamak istemedim o an. Ekmeğin içinde harika bir sos vardı. Somon da ızgaraydı ve inanılmaz lezzetliydi. Kendimi kaybederek yemeye başladım. Derken, benim asıl siparişim gelmesin mi? Dedim ki: “Ben sizin getirdiğinizi yemeye başladım, buraya ilk kez geliyorum, anlayamadım yanlış sipariş olduğunu”. Onlar da somonlu burgeri ikram etmek durumunda kaldılar hahahaha. Resmen inanılmaz verimli bir kahvaltı yapmış oldum!
Kahvaltımı güzelce tamamladıktan sonra yürüyüşüme devam etmek üzere Malibu Farm’dan ayrıldım. İskelede birkaç fotoğraf çektirdim. Tek başına seyahatin zor yanlarından birisi, ha deyince fotoğrafını çeken biri olmaması. Mecburen yeri, zamanı planlayıp, yoldan geçen bir turistten rica ediyorsun. O da yeteneksizin önde gideniyse tüm planın alt üst oluyor. Fark ettim ki Uzak Doğulular bu konuda çok başarısız. Dersin ki sürekli fotoğraf makinesiyle tüm dünyayı fink fink geziyorlar, bu konuda iyiler. Asla öyle değil! Arkalarından bolca sövmüşlüğüm var bu konuda.
Malibu’da dingin bir atmosfer vardı. Buradan Santa Monica bulvarına gitmeyi planlıyordum. Açık alanda ünlü bir alışveriş merkezine gidecektim. Sahil yolundan araba sürmeye devam ettim. Giderek daha merkezi bir bölgeye yaklaşıyordum. Trafik ışıkları, insanların kalabalıklaşmasından anlaşılmaya başlamıştı. Palmiyeler, geniş yürüyüş yolları, uçsuz bucaksız okyanus, parlak güneş… Filmlerdeki gibiydi. Gideceğim yer 3rd Street Promenade’di. Arabayı ücretsiz otoparka park ettim. Gerçekten park açısından hiç sıkıntı yaşamadım o gün. Oldukça iç açıcı bir ortamdı. Forum havasında bir yerdi. Birkaç mağazaya girdim, kıyafet denedim. Ama içime fazla sinen bir şey olmadı burada. Fiyatlar pahalıydı. Bir saat kadar etrafı gezdim, mekânları inceledim. Artık yapacak bir şeyim olmadığına karar verdiğimde arabaya geri döndüm. O çok merak ettiğim Venice Beach’e ve bir o kadar ünlü Abbot Kinney Bulvarı’na gidecektim. Veee asıl macera burada başlayacaktı!
Arabayı okyanusa çıkan bir ara caddeye park ettim. Bu noktada biraz şüpheliydim açıkçası. Tam bir arabalık boşluk vardı ve özel mülkün önüydü. Ama araç girişi için ayrılmış yer veya park etmenin yasak olduğuna dair hiçbir şey de yoktu. Tüm sokak arabalarla doluydu. Ben de risk budur deyip arabayı park ettim. Hatta böyle gemi gibi bir arabayı gayet de güzel park ettiğimi fark edip minik bir gurur anı yaşadım. Ama bunu paylaşabileceğim kimse yoktu o an. Bu tarz deneyimlerde mutluluğumu da kendi içimde yaşıyordum. Sonuçta her küçük detayı Whatsapp’tan arkadaşlarıma yazmıyordum. Şimdi aylar sonra o günkü hislerimi yeniden yaşıyorum ve sizlerle paylaşıyorum. İşte bu duygu güzel! Ulan bir araba park etmeden nerelere geldik. Neyse dağıtmadan devam edeyim.
İlk önce Venice Beach’te şöyle bir gezineyim dedim. Okyanusa ayağım değsin. Yarım saate yakın sahilde yürüdüm. İnsanları inceledim. Okyanusu seyrettim. Sonra arabamı kontrol etmek için geri döndüm. Arabada üstümü bir değiştirdim, ayaklarımdaki kumları temizledim ve Abbot Kinney’e doğru yürümeye başladım. 30 dakikalık yürüyüş mesafesindeydi. Abd seyahatimde bol bol yürüdüm. Günde 20 km’lik adım atmışım 14 günde. Uber’i de bol bol kullandım; ama yürümek hem kalori dengesini kurmama yardımcı oluyordu, hem de gerçekten turist gibi hissetmemi sağlıyordu. Bir sürü sokakta yürüdüm. Bir sürü evin önünden geçtim. İnsanları, çevreyi inceledim. Fotoğraf çektim. Fiziksel yorgunluğu çok da önemsemedim açıkçası. Gün sonunda otele her döndüğümde ayaklarım biraz isyan etse de tatilin sonuna kadar böyle devam ettim.
Abbot Kinney’e nihayet varmıştım! Burası çok çok ünlü bir yerdi. Birçok mağaza, restoran ve cafe vardı. Arkadaşımın çok önerdiği tuzlu dondurmadan yiyecektim. Dondurmacının ismi Salt and Straw’du. Kurabiyelisinden denedim, lezzetliydi ama hayal ettiğim kadar farklı bir tadı da yoktu açıkçası. Bu caddede olan bir diğer meşhur yer de, esrar satılan MedMen’di. Los Angeles’ta ot legal olarak tüketiliyor. Ancak bildiğim kadarıyla sokakta içmek yasak. Gerçi Venice Beach’te buna uyan kimse yok diyebilirim. Ben de bir tane ot alıp kumsalda içmeyi planlıyordum. MedMen denilen yer, oldukça teknolojik görünümlü bir yer. Apple Store’u andıran bir profesyonelliği var. Açıkçası benim amacım ortalama bir ürünü deneyimlemek olduğu için çok da uzun kalmadım. İçeri girmeden önce kimlik kontrolü yapılıyor, girer girmez de bir görevli yardımcı olmak için seni karşılıyor. Görevliye modumu çok düşürmeyecek, keyif verecek bir ot önermesini rica ettim. Zaten hazır sarılmış şekilde ürünleri var. 20 $’a planladığım gibi ortalama bir ürün satın aldım. Sonrasında onu içmek için Venice Beach’e geri yürüdüm. Yanında bir kutu kibrit de vermişlerdi. Onunla yakarım diye düşündüm; ama rüzgâr nedeniyle asla başarılı olamadım. Biraz ötemde ot içen bir ergen grubundan çakmak rica ettim. Bir türlü istediğim efektiviteyi elde edemiyordum. İçime dumanı çekemiyordum. Yaklaşık 15 dakika uğraştıktan sonra kafa olduğumu fark ettim. Galiba o an sigarayı yakamadığıma o kadar odaklanmıştım ki, fark etmeden tesir etmeye başlamıştı ve kafa yaşarken bunun kafasını yaşamaya başlamışım. Anlatabildim mi bilmiyorum hahahaha. Sonrasında iyice sağlam dumanlar çekmeye başladım. Bir noktada dedim ki “Sinem çabuk söndür, bir fırt dahi alma, başın büyük belada!” Önsezimin bana söylediğini yaptım, yarısından az kalmışken sigarayı çöpe attım. Kafam gerçekten taşak gibi olmuştu bir anda. Sersem gibi yürümeye başladım. Restoranlara anlamsızca girip çıkıyor, sürekli hareket ediyordum. Başıma bir şey gelmeden bir an önce arabamın olduğu yere dönmem gerekiyordu. Dediğim gibi, içimde bana söz geçirebilen, doğru davranmamı sağlayan bir mekanizma hâlâ çalışıyordu. Hemen Uber’i açtım, Uber çağırdım. Arabamı park ettiğim konumu hedef olarak belirledim. Arabama sorunsuzca ulaştım. O kadar yorgun ve uykuluydum ki anlatamam. Bir an önce bu halsizliğimin geçmesi gerekiyordu. Arabayı içeriden kilitledim ve uyumak için arka koltuğa uzandım. Sonra havasızlıktan ölebileceğimi düşündüm, arabayı çalıştırıp camları açtım. Bu sefer de camdan biri elini içeri sokar da bana zarar verir diye panik oldum. Ot kafası beni resmen paranoyak etti ahhahaha. Camın açıklık seviyesini havasızlıktan boğulmayacak, saldırıya da uğramayacak şekilde ayarladıktan sonra uyudum. 2 saate yakın uyumuşum sanırım. Uyandığımda inanılmaz acıkmıştım! Kudurmuş köpek gibi arabadan inip restoran bakınmaya başladım. Kafam hâlâ yerine gelmiş değildi. Bir restorana girip hamburger siparişi verdim. Size yemin ederim, hamburgeri öyle ölümcül bir iştahla tükettim ki, o an boyut değiştirmiş olabilirim. Resmen transa geçmiştim. Abd’deki garsonlar ara ara “Is everything ok?” diye kontrole geliyorlar. Bizdeki gibi sen işaret ederek veya seslenerek çağırmıyorsun. Ben hamburgeri gerçekten gözlerimi hiç açmadan yedim. Adamın sorusuyla “Ha?” diye gözlerimi açtım hahahhahah. “Is everything ok?” “Ha, yes yes” dedim ve hamburgerime geri döndüm.
Yemekten sonra tekrardan uyumak için arabaya uzandım. 2-3 saat daha uyudum. Bu sefer de inanılmaz susamış ve inanılmaz çişi gelmiş şekilde uyandım. Hemen bu ihtiyaçlarımı karşılamak için bir yer buldum. Saat gece 1’e geliyordu. Fark ettim ki tamamen ayılmıştım. Ben bu otu akşam 6 gibi içmiştim. Yani yaklaşık 7 saatlik bir kafa yaşadım! Allah belamı verse yeriydi gerçekten. Tek başına tatildesin, tek başına road trip yapıyorsun ve tek başına ot içiyorsun! “Yiğidim bu cesaret nereden geliyor?” diye sorarlar adama. Ama ne bileyim, umarsız ve spontane yaşadım o günü ve çok şükür ki hiçbir sorun yaşamadım. Artık araba kullanabileceğimden emin olduğumu anlayınca konumu arabayı bırakacağım yere ayarlayıp dönüş yoluna koyuldum. Arabayı alnımın akıyla teslim ettim ve dinlenmek üzere otele döndüm. Ertesi gün San Diego’ya gidecektim. Biraz internette gezindikten sonra uyudum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder