Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

16907

31 Mart 2020 Salı

Amerika Seyahatimi Anlatıyorum! - Bölüm 2

Merhaba!
Amerika tatilimin ikinci bölümünden selamlıyorum hepinizi. Bir önceki yazım ne kadar da uzunmuş, onu bile bölerek paylaşsam yeriymiş aslında. Akıcı bir dille yazdığımı düşündüğüm için okurken çok da sıkılmamışsınızdır diye tahmin ediyorum. Merak etmeyin, bu yazıda da sıkılmayacaksınız! Ne kadar da iddialıyım değil mi? Anlatacağım öyle bomba olaylar var ki, okuyunca hak vereceksiniz bence.
Eveet, en son Los Angeles’tan San Diego’ya uçuyordum. Uçuş 20 dakika falan sürdü. Hayatımın en kısa uçuş deneyimiydi diyebilirim. Ve Los Angeles’ın aksine, havaalanı oldukça merkezi bir yerdeydi. Yanlış hatırlamıyorsam kalacağım otele gitmek için 8-10$ gibi ucuz bir Uber ücreti ödedim.
Öncelikle uçakta kuş bakışı gördüğüm kadarıyla San Diego’nun Antalya’ya çok benzediğine kanaat getirdim. Bilenler bilir, gerçek bir Antalya sevdalısıyımdır. Haliyle kanım hemen ısındı buraya. Los Angeles’a göre daha yazlık bir şehirdi. Daha düzenli, daha huzurlu bir görüntüsü vardı.
Kaldığım otel pansiyon görünümündeydi. Yakınında benzin istasyonu ve Mc Donalds vardı. Zamansız acıkmalarda işimi görebilirdi. Gitmeyi planladığım birçok yere de yürüme mesafesindeydi. Aslında çok da yakın denilmezdi; ama ben Los Angeles’ta olduğu gibi yürüyüşün ön planda olduğu günler geçirmek istiyordum San Diego’da. Haritadan yön bulmak gerçekten kolaydı. Amerika çok eski tarihlere dayanan bir ülke olmadığı için şehirleşmesi o kadar planlı ve profesyoneldi ki. Yollar geniş, sokaklar geniş, çoğunlukla her yer düz, binalar birbiriyle uyumlu. Daha teknolojik, modern bir görünüme sahip. Tabii ki şehirlerin tarihi olması veya Amerika’daki şehirler gibi daha yeni bir görünüme sahip olması her gezginde farklı duygular uyandırıyordur. Ben Avrupa’daki tatillerimde şehirlerin tarihi değerlerine sahip çıktığını görmekten büyük keyif almıştım. Ama bu modernlik de ayrı bir yönden ilgimi çekti. Gezmesi çok keyifli bir kere! Kocaman yahu. Kaldırımlar, bizdekilerin en az iki katı. Ferah ferah ohh! Hangisinde yaşamayı tercih edersin diye sorarsanız kesinlikle Amerika’yı tercih ederim. Ama turistik gezilerde farklı ortamları deneyimlemekten de keyif alıyorum.
Otelde hızlı bir yerleşme sonrası kahvaltı etmek için kendimi dışarı attım. Hava güneşli, oldukça sıcaktı. Amerika’dayken en çok kullandığım uygulamalar Haritalar ve Foursquare oldu. Aslında Yelp de çok meşhur, zaten haritalarda mekân aradığında Yelp önerisi olarak çıkıyor. Yani bir nevi onu da kullanmış oluyorsun. Kahvaltı için ünlü bir yer olduğunu tahmin ettiğim Breakfast Republic’i seçtim. Abd’de özellikle ünlü restoranların önünde hatrı sayılır bir sıra oluyor. İnsanlar sürü psikolojisiyle kalabalık yerlere daha bir yöneliyorlar bence. Çünkü bir keresinde internetten başka bir yere gitmek üzere konum açmışken önünde epey kuyruk olan bir cafe dikkatimi dağıtmıştı. Az kalsın gideceğim yerden vazgeçip oranın sırasına girecektim. Sırada bekleyenlerin çoğunluğu turist, tiplerinden bariz belli oluyor. Yani bu yalancı kalabalığın astı astarı da olmayabilir. Yerel insanların çok da tercih etmediği bir yer çıkabilir. Neyse ki bekleme süreleri fazla uzun olmuyor. Bir şekilde sirkülasyonu sağlıyorlar.
San Diego Meksika sınırında bir yer. O yüzden Burrito çok yaygın ve sevilen bir yiyecek. Breakfast Republic’te çırpılmış yumurtalı, patatesli menüler olduğu gibi, Burrito çeşitleri de vardı. Pankek, krep vs gibi yine Amerikan usulü kahvaltı seçenekleri de mevcuttu. Ben Burrito’lu bir menü istedim. Sipariş verdiğim gibi buzzz gibi soğuk su ikram ettiler. O kadar hoşuma gitti ki. İçecek olarak bir şey istemedim, sonrasında kahve içerim diye düşündüm. Abd’de yiyecek porsiyonlarının çok cömert olduğunu duymuşsunuzdur. Su ikramı konusunda da öyleler. Hiçbir mekânda suya para ödemedim. Hatta ben kola, fanta, meyve suyu gibi içecekler tüketmediğim için, sadece susama ihtiyacıyla içecek sipariş ederim. Ya da ayran içerim. Eh, onu da burada bulamayacağım için genellikle yalnızca su içerek en az 5$’lık kâra geçtim her yemekte. Bence hatrı sayılır bir miktâr. Yemeğim geldi. İki kocaman dürüm ve fırınlanmış elma dilim patates, yanında değişik tatta iki sos mevcuttu. Tatlarını çok net hatırlamamakla beraber yeşil olandan hazzetmemiştim sanırım. Burritolarsa ef-sa-ney-di! İşte olmam gereken yerdeyim dedim resmen! Nedir ya bu azıcık porsiyonlara dünya kadar para vermek? Ortalama 15$’a gerçekten doyduğun yemekler yiyorsun. Yaklaşık 90₺’ye denk gelmiş olabilir, o bizim paramızın değersizliğinden yani. Adamlara göre müthiş uygun bir fiyat. Bu arada ilk üç gün sular seller gibi akan paramın tatil sonuna kadar yetmeyebileceğinin yavaş yavaş farkına varmaya başlamıştım. Çünkü hesaba katmadığım durum, otel rezervasyon ödemelerinin büyük bir kısmını burada yapacak olmamdı. Ben sanıyorum ki kredi kartından çoğunu ödedim. Ulan adamlar 100$ falan çekmiş, kalan 600$’ı geldiğimde ödeyecekmişim. Bu da gösteriyordu ki, kredi kartına deliler gibi abanacağım. Uçak bileti ve rezervasyonlarım için genişlettiğim limit zaten dolmak üzereydi. Hemen limit artış talebinde bulundum. Nakit paramı olabildiğince az harcamam lazımdı. Çünkü gerçekten elinizde nakit varsa akıp gidiveriyor, hızına yetişemiyorsunuz. Neyse, bu otokontrol mekanizmasını da devreye soktuktan sonra günün geri kalanına devam ettim. Breakfast Republic’ten çıktıktan sonra uzun uzun yürüdüm. San Diego’nun 6th Avenue diye canlı müzik mekânlarının olduğu, Jaz müzik yapılan meşhur bir caddesi vardı. Akşam buraya gelip müzik dinleyecektim. Sahil kısmında da yürüdüm, geniş bloklar arasında da yürüdüm, gerçekten epeyce bir yürüdüm diyebilirim. Acai bowl için mekân buldum, güzelce atıştırdım. Süper markete gidip içecek bir şeyler ve yoğurt aldım. Akşama doğru 6th Avenue’ye geçtim, bir mekânda tatlı sipariş ettim. Jaz müzikle aram yok; ama böyle bir ortamdayken, turist kafasındayken dinlemesi gayet de keyifli geldi. Sonrasında otelime geri döndüm. Ertesi gün Coronado Beach’e gidip okyanus deneyimi yaşayacaktım. San Diego bunun için en uygun yerdi. Meşhur koyları, sahilleri olan bir yerdi. Diyorum ya aynı Antalya diye, gerçekten de öyleydi.


Sabah erkenden kalktım, bir önceki gün yediğim Acai Bowl ile kahvaltımı yaptım. Uber ile yola koyuldum. Coronado Beach, uçsuz bucaksız genişlikte, cennetten çıkma bir yer. Yoğun bir şekilde surf yapılıyor. Okyanusun hemen karşısında konumlanmış lüks siteler ve oteller var. Hatta bir otelin meşhur bir kokteyl barı var. Biraz etrafı keşfettikten sonra soluğu hemen orada aldım. Bir kokteyl denedim, kenarlarında kırmızı pul biber vardı. Tadı da iyi değildi ve 17$’dı. İçim yana yana kokteyli bitirdim. Bir taraftan da insanların siparişlerini stalklıyordum ki bir sonraki gelişimde doğru tercihi yapabileyim. Barda biraz takılıp içkimi bitirdikten sonra yüzmeyi deneyimlemek için okyanusa yöneldim. Öncelikle okyanusa uzaktan baktığınızda gördüğünüz o dalgalar, suyun içindeyken korkunç boyutlardaymış. Yani siz henüz kıyıdaysanız ve dalga üzerinize geliyorsa yapmanız gereken hemen suya dalmak, dalganın üzerinden geçmesini beklemekmiş. Benim yaptığım gibi mal gibi bakakalırsanız, su sizi tepetaklak ediveriyor, neye uğradığınızı şaşırıyorsunuz. O kadar uzun süre sudan çıkamıyorsunuz ki, okyanusun belanızı sikebileceğini iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Benim kadar su düşkünü, suya aşık ve bildiği kadarıyla hiçbir şekilde sudan korkmayan insan, okyanusta 10 dakika duramadı. Dediğim gibi, dalgalara karşı doğru bir önlem alırsanız bu kadar korkulacak bir durum da olmaz diye düşünüyorum. Ama bana ömürlük yetti arkadaş. Bir daha hiç girmesem de olur yani.
Kısa okyanus deneyimim ve başarısızlığım sonrasında, bahsettiğim lüks sitelerin havuzlarına göz dikmeye başladım. Bu sitelerde oturan insanların sahip olduğu bir giriş kartı vardı. Kapıyı onunla açıyorlardı. Bir yaşlı teyzenin peşine takıldım ve onun arkasından bir siteye girdim. Harika bir havuzu ve okyanusa bakan şezlongları vardı. Üstüne havuzda yalnızca 2 kişi vardı. Güzelce yüzdüm, duş aldım, güneşlendim. Sefamı dibine kadar sürdüm. Sonra buradan sıkıldım. Doyumsuzluğun kaçıncı seviyesiyse artık, daha güzel siteler varsa biraz da oralarda vakit geçireyim diye düşündüm. Kuzenim, eşi ve diğer kuzenimin olduğu Whatsapp grubumuzda önemli gelişmeleri paylaşıyordum. Özel bir sitenin içine kaçak girdiğimi yazınca, “Soran olursa misafirim dersin; ama dikkatli ol.” Dediler. Özel mülke izinsiz girdim sonuçta. Ama napayım, okyanus beni travmatize etti ühühü. Neyse bu riski göze aldım, hatta daha da ilerletmeyi planlıyordum. Bir sonraki siteye yine aynı taktikle sorunsuz girdim. Bu site daha güzeldi. Kocaman bir toplantı bölümü vardı, aynı zamanda daha çok içeceklerin ön planda olduğu bir restoranı da vardı. Toplantı salonu dememin sebebi tonton amcaların ve teyzelerin burada tombala oynamasıydı. Çok şirin görünüyorlardı! Ayrıca tuvaleti inanılmaz temiz ve lükstü. İçeride su, çay ve kahve alabildiğin makineler mevcuttu. Yani özetle, ben daha ne isteyebilirdim ki! En uzun süreyi burada geçirdim diyebilirim. Bir iki site daha gezdim, sonrasında geri dönmek için Uber çağırdım. 


Akşam yemeğini oldukça lüks bir restoranda yemeyi planlıyordum. Kuzenimin eşi, mutlaka gitmem gereken bir yer olduğunu, paraya çok da acımamamı özellikle söylemişti. Ben de iyice gaza gelmiş olacağım ki, gittim denize (okyanusa) nazır olan Fish Market adlı bu lüks restoranda Prosecco, deniz ürünlü sphagetti siparişi verdim. Yemeğimi keyifle yedim, şarabımı keyifle içtim. Evet belki yaklaşık 60$’lık bir hesap ödemiş olabilirim; ama tatilde olduğumu, lanet olasıca Türk lirasıyla her şeyin pahalı olduğunu, sürekli hesap yaparak tatili geçiremeyeceğimi kendime hatırlatarak anksiyetemi kontrol altına aldım. En kötü ihtimalle döndüğümde kredi kart borcumu birkaç ay içinde öderim, ne var dedim. O borçları kapatmam tamı tamına 7 ayımı aldı hahaha. İki kere ihtiyaç kredisi çektim. Ama başka ek masraflarım da olduğu için bu kadar zorlandım. Yoksa gözünüz o kadar korkmasın, ben finansal açıdan beceriksizim diye herkesin başına aynı durum gelecek diye bir şey yok.


Neyse bu keyifli, gün batımı eşliğinde tükettiğim yiyecek ve içecekten sonra, biraz etrafı gezeyim, fotoğraf çektireyim dedim. Buranın hemen karşısında ünlü bir heykel vardı. Embracing Peace Statue’ydü ismi. Öpüşen bir denizci ile bir kadının heykeliydi. Epey büyük bir heykeldi. Biraz onu seyrettim, biraz limandaki dev gemileri inceledim. Gerçekten hayatımda gördüğüm en büyük gemilerdi bunlar. Orduya aitlerdi.
Akşam yine meşhur Ross’a uğradım. Kendime bir çift ayakkabı aldım. Getirdiğim ayakkabılar artık tabanlarımı acıtıyordu sanki. Ortopedik tabanı olmasına rağmen sanki ayağım şiştikçe şişmiş, nolur beni bu eziyetten kurtar diyordu bana. Bu sefer 38,5 olmasına dikkat ederek uygun bir Skechers aldım. Rengi de çok şekerdi, içime sindi. Biraz daha yürüdükten sonra otele döndüm. Akşam yeniden çıkacaktım. Akşam için planım salsa gecesi bulmaktı. San Diego’nun gece hayatı Los Angeles’a göre daha latinvari gelmişti. Neticede Meksika sınırında olan bir yerdi burası. Kültürel anlamda benzerlikleri vardı mutlaka. Eh ben de Latin ezgilerine aşık bir insan olduğum için benim için harika bir şeydi bu. İnternetten bulduğum bir mekâna gitmeye karar verdim. Mekân club’tı ve Salı günleri salsa gecesi olduğu yazıyordu. 10$ giriş ücreti vardı, bizim ülkemizdeki gecelerde de benzer şekilde giriş ücreti oluyordu. Neyse girdim mekâna, bir baktım ki bu ortamın salsa gecesiyle uzaktan yakından ilgisi yok. Meğersem burası bir Reggeaton Club’mış. Yani daha doğrusu Salı geceleri bu tarz Latin müzikleri çalıyormuş, club modunda dans ediyormuşsun. Benim hayal ettiğim eşli dans değilmiş. Başta biraz üzüldüm; ama çalan müziklerin benim zaten dinlemekten çok keyif aldığım insanlara ait olduğunu fark edince inanılmaz keyif almaya başladım. İnsanlar umarsızca dans ediyordu. Zaten çoğu İspanyolca biliyordu, şarkılara deli gibi eşlik ediyorlardı. Daddy Yankee, J Balvin, Nicky Jam, Bad Bunny gibi Latin müziğinin en ünlü şarkıcılarının müzikleri çaldı bütün akşam. Resmen hayalimdeki deneyimdi diyebilirim. Türkiye’de belki de hiçbir zaman fırsatını bulamayacağım bir akşamdı benim için. Tacize yeltenen ergen bir pisliği güvenlik görevlilerine şikâyet edip mekândan attırdım. Bu durum bile tadımı fazla kaçırmadı. Biraz daha dans ettim, modum yeniden yükseldi. Sonrasında mekândan ayrıldım, otele geldim. Ertesi sabah Pacific Beach ve La Jolla Koyu’na gidecektim. Biraz telefonda vakit geçirdikten sonra uyudum.
Yeni gün benim için yine Breakfast Republic’te başladı. Resmen abonesi olmuştum, bundan sonra gideceğim her şehirde Breakfast Republic’te kahvaltı etmeyi planlamıştım ki, meğer yalnızca San Diego’da varmış. Gözyaşlarım sel… Olsun, madem henüz buradaydım, gidene kadar yiyecektim. Anı yaşa Sinem! Bu sefer çırpılmış yumurta, patates ve pankekli bir menü söyledim. Her sabah Burrito’luk yeriniz olmayabiliyor. Gerçi benim yerim olur; ama değişiklik yapmak istedim işte. Kahvaltıdan sonra Uber’le Pacific Beach’e doğru yola çıktım.


Taksi şoförü biraz bölge hakkında bilgilendirdi beni. Meğer önceden günübirlik gezmeye Meksika’ya girip çıkarlarmış, hatta pazar alışverişlerini buradan yaparlarmış. Sonrasında hırsızlık olayları, hatta adam kaçırmalar baş göstermiş. Bunlar uyuşturucu baronlarının başının altından çıkıyormuş. Böyle durumlar olunca Amerikanlar Meksika’ya gitmeye çekinir olmuş. Bu arada Tijuana denilen bölge San Diego’nun hemen yanı başında. Otobandan giderken taksi şoförü yan taraftaki yolun Tijuana’ya ait olduğunu söyleyince ufak çaplı bir şok yaşadım. Kafamda hep ülke sınırı vb. şeyler canlanıyordu; ama öyle değilmiş.
Pacific Beach’e varmıştım. Sahile geçmeden önce bir hediye dükkânından xl bir atlet alıp direkt üstümü değiştirdim, zira yemek yemekten şortuma zor sığar hale gelmiştim. Bacaklarım biraz serbest kalsın, rahat rahat yürüyeyim diye düşündüm. Yine uçsuz bucaksız bir sahil beni bekliyordu. Ama burada Coronado Beach gibi lüks siteler pek yoktu. Olanlar da siteden ziyade müstakil ev görünümündeydi. Burada da surf için birçok yer vardı. Malzeme kiralayıp eğitim alabiliyordunuz. Tabii ki okyanus travmamdan sonra böyle isteklerim hiç olmadı. Yürüyüşümü yaptım, yorulunca geri dönüp diğer tarafa yürüdüm. Burada yapacak bir şeyim kalmamıştı. Uber çağırdım, meşhur deniz aslanları ve fok balıklarının olduğu La Jolla koyuna gittim. La Jolla Koyu falezli bir alan. Kayalıklarda deniz aslanları ve fok balıkları güneşleniyor. İnsanlar yanı başlarında okyanusa giriyorlar. Aslında bu hayvanlara fazla yaklaşılmamasının önerildiği tabelalar var. Saldırgan olabiliyorlarmış. Ama millet o kadar umursamaz ve rahat davranıyordu ki şaşırmamak elde değildi. Kayalıkların oraya geçip bayağı yakın mesafede komikli pozlar veriyorlardı. Benim çektirdiğim fotoğraflarsa inanılmaz kasıntıydı. Cem Yılmaz’ın “Sikmeseler bari” sahnesindeki gibi bir surat ifadesiyle bakmışım resmen. Akşamüstü olduğunda burada meşhur olan George’s adlı bir bara gidecektim. Canım sigara çekti ve 8$’a sigara, 3$’a da çakmak aldım. Nasıl unutmuyorum ama! Kokteylimi sigara eşliğinde içemedim çünkü sigara içmek yine yasaktı aqqq. Neyse, kokteylimi keyifle yudumladım, manzara, atmosfer gerçekten şahaneydi. Oradan ayrıldıktan sonra bir parkta oturup sigara içtim. 



Artık acıktığımı hissediyordum, artık güzel bir pizza yemenin vakti geldi diye düşündüm. Yakınlardaki en meşhur, değerlendirme puanı yüksek pizzacıya doğru yola koyuldum. 30$’lık bir pizza söyledim. Midemin canına okuyacak kadar ağır bir pizza geldi. Tadı şaheserdi; ama biraz fazla sıcaktı ve ben açlığın verdiği sabırsızlıkla hızlı hızlı tükettim. Son dilimini gerçekten yiyemedim. Pizzaya 8/10 veriyorum; çünkü gerçekten çok ağırdı. Yağından mıdır, sucuğunun yoğunluğundan mıdır, bir şekilde yordu beni yani. Lezzetinden ziyade aklımda bu kalmış. Dönüşte bir süre yürüdüm, benzin istasyonundan su aldım, sonra Uber çağırıp otele gittim. Sanırım bu akşam dışarı gezmeye çıkmadım. Otelde kalıp dinlendim. Ertesi gün yeniden favori mekânım olan Coronado Beach’e gidecektim. 
Vee gü noo! Duş al, hazırlan, dosdoğru Breakfast Republic’e! San Diego’dan ertesi gün öğlen ayrılacaktım. Gidene kadar gerçekten bu konudaki istikrarımı hiç bozmadım. Ahhh ah. Yaz aşkım sanırım buydu benim. Burrito’mu gömerken yan masadan bir abimiz “Vay canına” şeklinde bir tepki verdi. Meğersem o da aynı şeyi sipariş vermiş; ama tıkanıp yarım bırakmış. Benim iştahıma ve yemeğimi bitirmeme hayran kaldığını söyledi ve tebrik etti. Abiciğim ya ayıpsın. Ülkemi bu konuda gururla temsil ettiğimi düşünüyorum.
Bugün iki gün önceki günümün aynısını yaşamak istiyordum. Yine favori lüks sitemin havuzunda keyif çatacak, otelin barında içki yudumlayacak, akşam da kafama göre takılacaktım. Uber’le mekânıma vardım. Önce meşhur barda kokteyl içecektim. Bu sefer doğru bir seçim yaptım, Tequila Sunrise söyledim. Gerçekten lezzeti bir önceki kokteyle göre mükemmeldi. Favori lüks sitemde birkaç saat geçirdikten sonra sırf değişiklik olsun diye bir otelin havuzuna da girdim. Orası çok kalabalık olduğu için yüzmedim, yalnızca güneşlendim. Sonra tekrar aynı siteye döndüm. Hahaha resmen keyif pezevenkliğinin dibini yaşıyordum. Bu sitenin hot tub’ı da mevcuttu. Havuzda üşüyecek gibi olduğumda hemen buraya atlıyordum. O kadar cennetten çıkma bir yerdi ki, gerçekten ilk günkü gibi gözümün önüne getirebiliyorum burayı. Tatilimin açık ara en cool olayıydı. Akşama kadar burada durdum. Zaten Breakfast Republic’te öyle sağlam yiyordum ki, resmen acıkmıyordum. Tekrar bara gitmeye karar verdim. Bir Tequila Sunrise daha söyledim, yanında da atıştırmalık olarak Istakozlu Taco söyledim. İnanılmaz lezzetliydi. Barmen beni geçen günden hatırlamış olacak ki, biraz sohbet etmeye çalıştı. Turist olduğumdan, Türkiye’den geldiğimden, tek başıma tatilde olduğumdan kısaca bahsettim. Tatlı biriydi, ilgisi rahatsız edici değildi ama ilgilenmiyordum kendisiyle. Kısa bir süre sonra başkasına kokteyl götürürken “Oops” diyerek önüme bir kokteyl bıraktı. 15$ tutarında, bedava ve ekstra bir içecek, tabii ki de kabul ettim hahaha! İçmeye başladım, alkol oranını mı yükseltti naptıysa çakırkeyif oluverdim. Kokteylim bittiği gibi adam yenisini getirdi! Napmaya çalışıyorsun pezevenk sjhdjskd. Ben belli bi eşikten sonra önüme gelen alkolü reddedemez hale geliyorum. İçtikçe içmek istiyorum ve sonra sıçış fazı başlıyor. Yani kontrollü ve keyifli bir akşam için çakırkeyif seviyesini aşmamam lazım. Ama artık çok geçti… İçtikçe içesimin geldiği seviyeye ulaşmıştım. Bu kokteyli de içtim. Sahile gidip gün batımında biraz takılmaya karar verdim. Ama zil zurna sarhoş olmuşum, zor yürüyorum. Neyse geçtim sahile, ertesi gün galerimde bulduğum bir video ve fotoğrafları çektim. İnanın orada telefonu suya düşürebilirdim, o derece dengem bozulmuştu. Neyse ki bir şey olmamış. Sahilden yeniden yürüyüş yoluna geçtim, Uber çağırıp otele gidecektim. Uber’in geleceği noktada beklemeye başladım. Bir anda inanılmaz derecede çişim geldi. Ama öyle böyle değil, tutmam mümkün değil! N’apsam ne etsem diye delirmiş gibi bakınmaya başladım. Artık hava kararmıştı. Gözümü kararttım, bir palmiye ağacının altına geçtim, dün aldığım, elbise niyetine giydiğim atleti hafif kaldırdım ve ayakta işemeye başladım… Evet, şaka değil, ayakta, şarıl şarıl işedim! O anki rahatlığımı size anlatamam. Erkekler ayakta işeme skill’ine sahip olduğunuz için o kadar şanslısınız ki! Neyse bir güzel işedim ve havluyla bacaklarımı kuruladım asjhgdjhshd. Yazıya dökünce daha da bir inanılmaz geliyor ama sarhoşken yapabileceğim bir durummuş demek ki. Uber geldi, arabaya binince tabii ki de midem bulandı ve şoförü durdurup kustum. Aracın içine kusmadım, artık ne zaman ne rezillik çıkaracağımı bildiğim için bu konularda zamanlamamı ayarlayabiliyorum en azından. Uber şoförü de aşırı iyi bi adam çıktı. Kusmuk bulaşmış crocslarımı yıkadı, galoş geçirdi, hastaneye gitmek isteyip istemediğimi sordu, hatta bir ara ben kusarken sırtımı ovaladı. Şimdi böyle yazınca yavşamış diye düşündüre de bilir; ama kesinlikle öyle değildi. Parama kıyıp adama Uber’den bahşiş verdim, o derece müteşekkirim kendisine. Otele vardığım gibi devrilip uyumuşum. Uyandığımda saat gece 03:00’tü. Ve ben zır açtım. “Aha, Mc Donalds sonunda bir işe yarayacak” diye düşünüp hemen odadan çıktım. Ama 10 dakika önce kapanmış ühühüühü. Mecbur benzin istasyonuna girdim. Meyveli yoğurt aldım. Ama bu meyveli yoğurt, Los Angeles’taki otelde yediklerime hiç benzemiyordu. Resmen çilek reçelini yoğurdun içine atmışlar, şerbet gibi bir tadı var, iğrenç ötesiydi. Bu arada Amerika’da benzin istasyonlarında fazlaca suç işlendiği için adamlar gece belli bir saatten sonra vezne gibi bir sistemle çalışıyorlar. İçeriye giremiyorsun.


Neyse, döndüm otele, interneti kurcaladım, asla uykum yok çünkü yaklaşık 8 saat uyumuşum, sabah olmasına daha çok var. Netflix’ten dizi izledim. Burada Friends olduğu için, zaten 829738923 kere izlemiş olduğum diziyi bir de Netflix platformundan izleyeyim dedim. En sevdiğim bölümleri açtım. Güç bela sabahı ettikten sonra, eşyalarımı toparlayıp, odayı boşaltıp resepsiyondan check outumu yaptım. Valizimi lobiye bıraktım, sırt çantamı alarak uçuş saatime kadar son bir şehir turu yapmak üzere otelden ayrıldım. Resmen yaklaşık 4 saattir Breakfast Republic’te kahvaltı yapmanın hayalini kuruyordum. Ya gerçekten ayrı bir bağ kurmuştum burayla. Ayrılıyor olduğuma en çok “Bir daha burada kim bilir ne zaman yemek yiyeceğim” düşüncesinden dolayı üzülüyordum.  Son kahvaltımı yaptım… Burrito… İçindeki o lezzetli krema, biftek, Meksika fasulyesi ve hatırlayamadığım diğer malzemeler… Good old days resmen. Uçağım öğleden sonraydı. Havaalanı zaten yakın olduğu için hiçbir acelem yoktu. Uzuun uzun yürüdüm. Sahil boyunca, önceki günlerde gitmediğim kadar mesafe kat ettim. Uçuş zamanı yaklaşınca otele dönüp eşyalarımı aldım. Las Vegas beni bekliyordu.
San Diego’nun benim için her zaman ayrı bir yeri olacak. Gerçekten Amerika’daki en yaşanılası yerlerden biri olduğunu düşünüyorum. Los Angeles bu kadar kalbimi kazanmadı açıkçası. Las Vegas’a zaten sırf otel tatili yapmak için gidiyordum, üst düzey bir beklentim yoktu. Bakalım orada beni neler bekliyordu? Bu da bir sonraki yazının konusu olsun. Las Vegas ve San Francisco anılarımı belki tek yazıda bitirebilirim, toplamda 3 bölüm ile Amerika maceramı kapatmış oluruz. Umarım okurken keyif alırsınız, bu sıkıcı günlerde biraz olsun mutluluk verebilirim sizlere. Hoşça kalın!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Herkese Merhaba!

Günlükvari 16 - Nihayet Bahar!