Herkese merhaba!
Yaklaşık 2 aydır blogta yazı yazmamışım. Aslında bunun
farkındaydım; ama bir türlü buraya odaklanamıyordum. Malum yaz mevsimindeyiz, hâlâ
COVID-19 sürecinin içindeyiz. Dikkatimi dağıtan, beni yazmaktan alıkoyan birçok
durum vardı anlayacağınız.
Mayıs ayında çok özel bir dönem geçirdim. Kendimle kaldığım
bu süreç bireysel gibi görünse de aslında ben hayatın içine karışmış, kaybolmuş
ve bu kayboluştan da son derece memnundum. Tektim ama sanki herkestim. Hayatımın
bundan sonraki günlerine taşımak istediğim güzellikler keşfettim. Haziran ayı
bu kadar dingin geçmedi. Çalışma düzenimizin değişip poliklinik düzenine geri
dönmemiz bunun başlıca sebebiydi sanırım. Hayat yoğun bir şekilde akıp geçerken
her aşamasında “pause” tuşuna basıp irdeleme fırsatın olmuyor. Onu da akışında
yaşamak lazım. Ben de öyle yaptım. Elbette ki zorlandığım anlar oldu. Kendimi yepyeni
bir insan olarak düşünüyordum. Bu düşünceyi günlük hayatta da uygulayabileceğim, hayata geçirebileceğim dönem
başlamıştı. İlk günlerde bunun sınavını verdiğimi zannettim. Aslında olayın
böyle olmadığını, benim her şeyimle ben olduğumu fark ettim. Geçirdiğim bu
süreç bir başkalaşım değildi, bir dönüşüm sürecinin başlangıcıydı sadece. Ama ben
benim, 1 yıl önceki halim de, 10 yıl önceki halim de, 1 saniye önceki halim de.
Müthiş bir dinamizme kapıldım, her an değiştiğimi düşündüm. Evet bu da
doğruydu, sanki her an yeni bir ben çıkıyordu ortaya. Ama bu yeni çıkan ben,
eskileri öldürmüyordu. İçimde onlardan da bir parçayı taşıyordum ve bu kötü bir
şey değildi. Sonuçta ben kendimi tamamen yıkmak, yok etmek istemiyorum. Kendimi
kabul etmek istiyorum. Kendimi sevmek, sonra da insanları sevmek…
Açıklayabildiğim kadarıyla böyle bir süreçten geçtim işte. Keyifli
bir yolculuk. Şu günlerde en sevdiğim mevsimi yaşıyoruz. Yaz benim için o kadar değerli ki,
takvim her ilerlediğinde içim burkulur. Her ne kadar zor bir dönemden geçsek
de, içimizde yaşama hevesi, heyecanlar var. Bunun olması kadar da güzel bir şey
yok.
Gelelim son dönemde başıma gelen trajikomik olaya… Farkında
bile olmadan ayağımı kırmışım. Nasıl başardığımı soracak olursanız, tam olarak
ben de bilmiyorum. Mikrotravma sonrası ayağıma iyi bakmamaktan kaynaklı stres
kırığı gelişmiş. Ben ayağımdaki ağrıyı ciddiye almadıkça durum ilerlemiş
anlayacağınız. Kırk yıl düşünsem ayağımı kırıp 3 hafta boyu fark etmeyeceğim
aklıma gelmezdi. İşin ilginç tarafı, dizim için MR çektirecekken, “Ayağım da
ağrıyordu, onun da MR’ını çektireyim bari” diyerek bu görüntülemeyi çektirmiş
olmam. Asıl şikâyetim o değildi yani. Dizim sağlam, ayağım kırık çıkınca şok oldum.
Neyse, bu da vermem gereken bir sınavmış. Yoga pratiklerim, egzersizlerim,
çekmeyi planladığım dans videolarım rafa kalktı. Ağrı kesici ve buzla istirahat
etmekteyim. Umarım en kısa zamanda iyileşirim.
Evde olmak güzel; ama karantina dönemindeki gibi bol egzersizle
geçiremediğim için biraz can sıkıcı. Aşk-ı Memnu’yu bitirmek üzereyim. Galiba
ben bu diziyi hiçbir zaman tam olarak izlememişim. Her seferinde yeni bir detay
keşfedebiliyorum. Akıştan da tam olarak haberim yok, bir sonraki bölümde ne
olacağını pek bilmiyorum. İzlediğimde hatırlar gibi oluyorum. Yani sanki her
sene daha önce hiç izlememişim gibi bir durum söz konusu oluyor. Ama
zannedersem ilk defa bu sene pek kopma yaşamadan izleyebildim. Artık olaylara
son derece hakimim. Pandemi sağ olsun. Ayy acaba Aşk-ı Memnu karakter analizi
mi yapsam? Belki bir sonraki yazının konusu bu olabilir. İlginç bir şekilde, blogta
en çok okunan yazım “Sex and The City karakter analizi” yazım olmuş. Sanırım insanlar
bu tarz çerez yazıları oldukça seviyor. Zaten ben de inanılmaz derin şeyler yazmıyorum.
Sanırım şimdilik anlatacaklarım bu kadar. Bir sonraki yazıda Aşk-ı Memnu'yu yazmasam bile belli bir konuyu ele alırım diye tahmin ediyorum. Umarım her şey herkes için güzel olur. Hoşça kalın!