Herkese merhaba!
İstikrar reis olarak elbette ki sözümü tutmadım ve bilmem
kaç ay sonra yeni yazımı yazıyorum. Aslında yazıya dökebilecek birçok his barındırıyordum
içimde. Kimi zaman dertleşmek istiyordum, kimi zaman kendimi anlayabilmek için
yazmak. Birkaç kısa not yazdım; ama o kadarla kaldı. İşte bugün biraz dertleşme,
biraz kendimle yüzleşme, biraz hasret giderme temalı bir blog yazısı yazmaya
karar verdim. Bakalım ortaya nasıl bir şey çıkacak.
Temmuz ayını kırık ayakla geçirdikten sonra Ağustos ayı gelip
çattığında yıllık izin çanları da çalmaya başladı. Ayın 15’inde çıkacaktım. O gün
gelene kadar akla karayı seçtim diyebilirim. Artık her şeyden, herkesten
uzaklaşmak ister bir halim vardı. Ne polikliniğe gelmek istiyordum ne de nöbet
tutmak. Artık off yaptığımız günlerden de eser kalmamıştı. Nöbet ertesi poliklinik
çilesi beni epeyce yıprattı. Yıllık iznimi iki bölüm olarak ayırmıştım. İlk 10
gün ailemi görecek, ikinci 10 gününde de Datça ve Kaş’a gidecektim. Orada da
denk gelebildiğim arkadaşlarımla hasret giderip yalnız kaldığım anlarda
melankolinin dibine vurmayı planlıyordum. Neden mi melankoli? İşte o kısım
biraz hüzünlü.
Özel hayatımı sosyal medyada çok fazla anlatmam, yazıp
çizmem. Olaylardan ziyade duygularımı ifade etmeyi tercih ederim. Son günlerde
bu duygular beni bir hayli yoruyor, yıpratıyor. Bana iyi gelmeyen bir noktaya vardığı
için, daha fazla dallanıp budaklanmadan sonlanması benim için en iyisi olacak. Kendime
haksızlık etmek istemiyorum. Kendime kötü davranmak istemiyorum. Hak etmiyorum
çünkü bu halde olmayı. Önceden karşımdakine topu atardım. Onu bencil, düşüncesiz,
kötü biri olarak görür, kendimi bir nevi kurban psikolojisine sokardım. Aslında
bu tek taraflı ve objektiflikten uzak bir yaklaşım. Derdinizi dinleyen arkadaşlarınızın
sizi üzen insanları boklayarak sizi rahatlatmaya çalışması gibi bir şey. Onlar sizi
görüyor, sizden dinliyor da öyle düşünüyor. Peki ya biz? Olayın baş kahramanı
olarak ne kadar objektifiz? Ne kadar anlayışlıyız? Ne kadar kendimize, ne kadar
karşımızdakine odaklıyız? Başlarda kafa karıştırıcı olsa da, artık yaşadığım
olayları üçüncü bir göz gibi izlemeyi öğrendim. Ben bir ömür boyu kendi
zihnimde, kendi bedenimde var olacağım. Bu noktada kendimle ilgili sorunları
çözebilmem, dersler çıkarabilmem, karşımdaki insanın hatalarını fark etmekten
daha değerli. Kimi zaman da ölçüyü kaçırıp karşı tarafa inanılmaz anlayışlı
olabiliyorum. Bunun dengesini kurmak gerçekten zor. Optimize edebilmek için
tecrübe ve olgunluk gerekiyor. Kendini kabullenme kısmını hallettikten sonra
gerisi çok daha kolay ilerliyor.
Kendimi sorguluyorum. Niyetimi, içimden geçenleri. İçimde en
ufak bir kötü niyet yok. Ruhsal bir arayıştayım. Bana eşlik edecek insanı
arıyorum. Kimi zaman bu düşünceden vazgeçip daha bireysel bir dönem
geçiriyorum. Ama bir süre sonra tekrardan geliveriyor bu istek. Yanlış bir istek
mi, değil. Gayet doğal, gayet olağan. Bu durumu öylesine bir insanla var etme düşüncesinde
değilim. Doğru enerji, doğru an, doğru etkileşim olmalı. Peki neden bir türlü olmuyor?
Yanlış kişilerden yanlış beklentilere nasıl girebiliyorum? Bir taraftan her
şeyin farkında olup diğer taraftan da kör olmak istiyorum. Sanırım bu da benim
sınavım. Duygu denilen şey kolayca yönlendirilemiyor. Bir kalıba sokulup, sınırları
çizilemiyor. Akıp gidiyor. Sen durdurmaya çalıştıkça başka bir yerden patlak
veriyor. En iyisi kabullenip yaşamak sanırım. Neticede her şeyin bir ömrü var. Raf
ömrünü doldurduktan sonra kendine geliyor insan.
Datça ve Kaş’ta geçirdiğim kimi zaman inanılmaz enerjik,
kimi zaman inanılmaz dingin günler, gerçekten çok şey kattı bana. Bol bol
yüzdüm. Suda belki de hiç geçirmediğim kadar uzun süre vakit geçirdim. Öyle güzeldi
ki. Daldım daldım çıktım. Bazen önceki hayatımın denizde geçtiğini düşünüyorum.
Kendimi bu kadar ait hissettiğim başka bir ortam yok. Suyun içinde olmak kadar
beni rehabilite eden başka bir şey de yok.
Son bir ayım duygusal anlamda büyük bir çöküş içinde geçti. Çok
gözyaşı döktüm. Ağlamak dıştan görünebileni. Bazen ruhum o kadar acı içinde
oluyor ki, dışarıya yansıtabilecek dermanım bile kalmıyor. Bu anlarda duşa
giriyorum, su üstümden akarken bu yıkıcı, boğucu hislerin geçmesini bekliyorum.
Elbette geçecek, beni terk edecekler. Her türlü acının bir iyileşme süreci var.
Maalesef ki yanlış yolda olduğunu fark edip içinde bulunduğun durumdan çıkma
kararını vermek, mevcut hislerini bir anda öldürmüyor. En azından şu anda bir
şeylerin doğru yolda ilerlediğini biliyorum. Bazen o yoldan bile bile ayrılmak
geliyor içimden. Ama her ayrılışımda çıkmaz sokağa gireceğimi biliyorum. Bir
nevi ana yolda kalmak için çabalıyorum. Kendim için doğru olanı yapıyor olmak güvende
hissettiriyor.
Sanırım büyümek bu. Kendini kabullenmek, olanı kabullenmek,
verebileceğinden daha fazlasını vermemek. Bu yıl benim için belki de bir dönüm
noktasıydı. Hiç bu kadar olgun davrandığımı, düşündüğümü hatırlamıyorum. Umarım
önümde beni bekleyen daha aydınlık günler vardır. Umarım bitmesi için mücadele
vermek yerine yaşatabileceğim, çoğaltabileceğim sevgiyi bir gün bulabilirim.