Merhaba!
Bir süredir içimde yazma isteği olmasına rağmen, düşüncelerimi toparlamakta zorlandığımı hissetmem nedeniyle blog yazısı yazamadım.
Sorumluluklarımı erteler gibi kaçtım bilgisayar başına oturmaktan. İyi mi
yaptım, kötü mü yaptım bilmiyorum. Yazmanın bana iyi geldiği kesin. Ama bazen kaçağı oynamak da iyi gelebiliyor.
Queen’s Gambit’e başladım. Kafasının içinde satranç oynayan Beth’te
kendimi bulduğumu söyleyebilirim. Ben de düşüncelerimle oynuyorum. Bir nevi
zihin egzersizi yapıyorum. Bazen beynimin kıvrımlarında dolaşmak tarifsiz bir haz
veriyor. Bazense daralıp bunalıyorum. Hamlem tıkanıyor.
İki aydır terapiye gidiyorum. Bol bol arkadaşlarımla,
ailemle konuşuyorum. Sağ olsunlar, varlıkları beni güvende hissettiriyor.
Bazen eski yazılarımı okuyorum. Arkadaşlarımla olan konuşmalarımı
gözden geçiriyorum. Ne hissetmişim, ne düşünmüşüm, neyi fark etmişim, inceliyorum.
Bazen keşfettiğim şeyleri unutmuşum mesela. Kısa süreli bellekten uzun süreli belleğe geçirememişim. Onları hatırlıyorum. Yeniden anlamlandırmaya çalışıyorum. Kendimle
uğraşıyorum anlayacağınız.
Bol bol dans ediyorum. Sosyal dansı çok özledim. Evde kulaklığımı
takıp saatlerce dans ediyorum bazen. Özgürleşiyorum. Soyutlanıyorum. Ruhum bedenimden
çıkıp gökyüzünde dolanıyor sanki. Işıkları hayal ediyorum, alkışları hayal
ediyorum. Sanırım ben sanatçı olmalıymışım. Bu dürtüyü uzun yıllardan beri
hissediyorum. Takdir edilme ihtiyacımı böyle karşılayabilirmişim sanırım.
Terapi bana değişik bir kapı açtı. Beni hiç tanımayan bir
insan, duygularını minimum düzeyde tutarak beni anlamaya çalışıyor. Böyle olduğunda
karşı tarafın fikirleri bana daha objektif ve daha gerçekçi geliyor. Yakın çevremi
manipüle edebilirim ya da beni çok sevdikleri için bana hak vermeleri daha
kolay olabilir. Düşüncelerimi akılcı bulan, onaylayan ve anlayan kişi bir psikiyatrist
olduğunda daha bir tatmin edici oluyor. Umudum artıyor. Bu olumsuz süreci atlatabileceğine
dair inancım artıyor. Elbette ki düşünemediğim, daha önce odaklanmamış olduğum konulara parmak basması da terapinin güzel yanlarından biri. Derin bir yolculuk
diyebiliriz.
Yakın bir arkadaşımla hayatım hakkında konuşuyorken, “Bu kadar farkındalığı kazanman iyi mi oldu yoksa kötü mü, emin olamıyorum.” dedi. “İnsanlar bu kadar detaya takılmadan, irdelemeden, daha mutlu olabiliyorlar. Mutluluğu çok hak ediyorsun; ama mutlu olamıyorsun.”
Mutlu hissetmek kimi zaman çok basit, eforsuz. Kimi zamansa çok zor, emek istiyor. Ben iki türlüsünü de deneyimlemiş bir insanım. Mutlu olmaya meyilli bir kişilik yapım var. Her şeyden gülünecek bir şey çıkartabiliyorum. Depresyona girdiğimden beri mutlu olmak için çaba sarf ediyorum. Bu çaba kaybolmadı. Aylardır çabalıyorum. Kendimi bir noktaya getirmeye çalışıyorum. Savunma mekanizması geliştirmeye çalışıyorum. Bunun için de hassas noktalarımı keşfetmeye çalışıyorum. Hamlelerimi sağlamlaştırıyorum.
Kendimiz
hakkında birçok önemli noktayı keşfedene kadar hayat geçip gitmiş oluyor. Hayat
gerçekten çok hızlı. Eğer Covid süreci olmasa yavaşlamak aklımdan bile
geçmeyecekti. Travmalarım hakkında düşünmeye, sorunlarımı irdelemeye fırsatım
olmayacaktı. Üzüntülerimin kaynağına inmek yerine başka oyalanma yolları
bulacaktım. Tamir etmek yerine odak değiştirecektim, çünkü değiştirmek daha
kolay olacaktı. Ama bu yıl içimde çok farklı fırtınalar koptu. Üstüne gitmek
istedim. Yüzleşmek istedim. Ne olduğunu anlamıyordum; ama keşfetmek istiyordum.
Günlerce düşündüm. Aylarca düşündüm. Çektiğim acı sadece aşk acısı olamazdı. Bu
yıkımın başka bir nedeni vardı. Kendim, arkadaşlarım, ailem, terapistim
sayesinde sorunun kaynağını buldum. Bir süredir bu gerçekle yüzleşmeye çalışıyorum.
Bir önceki blog yazımda platonik aşka meyilli biri olduğumdan bahsetmiştim. İçimde büyük bir sevgi açlığı var. Sevmek, sevmek ve sevmek istiyorum. Bir kişiyi idealize etmek, kafamda ulaşılamaz bir noktaya koymak bana inanılmaz derin duygular hissettiriyor. Zaman içinde fark ettim ki, eğer o insan bana sevgisini sunarsa, benim coşkun duygularım dinginleşiyor. Beni kıvrandıran, aklımı başımdan alan duygular çekiliyor, yerini sevgiye bırakıyor. Benim “aşk” olarak ifade ettiğim duygunun kaynağı karşı tarafın ulaşılmazlığı. Bu durum yalnızca benim için geçerli değildir elbette, birçok insan için benzer şekilde olabilir. Ben nedeni bulmak istedim. Neden karşımdakini idealize ediyorum? Neden bu yüksek duyguların esiri olmak istiyorum? Neden kendimi bu simülasyona sokuyorum? Neden ona belki de sahip olmadığı misyonları yüklüyorum? Neden bana sevgisini sunması için çırpınıyorum, sevgiyi hak eden biri olduğumu ispat etmeye çalışıyorum? Çünkü çocukluk döneminde eksik bırakılmışım. Yeteri kadar takdir edilmemiş, onore edilmemişim. Ebeveynlerim beni bu konuda yeteri kadar destekleyememiş. Annemin mükemmeliyetçi tavrı, takdir etmek yerine eleştirmesi, eleştirerek en iyiye ulaşılabileceğine inanması, bende yanlış bir sevgi mekanizması inşaa etmiş. Annemin beni yeteri kadar değerli hissettirmemiş olması, beni gerçek sevginin böyle bir şey olduğuna inandırmış. Sevgi için devamlı emek göstermem gerektiğine inanmışım. Kendimi anlatmak istemişim, ışıldamak istemişim, karşı tarafın gözlerinde o takdiri, o beğeniyi aramışım. O beğeniyi bulduğumda elbette ki karşımdaki insan gözümde değersizleşmedi. Sevdim, değer verebildim. Ama kendimi değersiz konumuna soktuğum durumlar beni en yüksek duygularla sınayan durumlardı. Çocukluğumu hatırlıyordum çünkü. Beni takdir etmeyen, bana hak ettiğimi vermeyen insandan uzaklaşmak yerine gerçek sevginin o olduğuna inanıyordum. Çünkü annemle olan duygu alışverişimiz bu şekildeydi. Bu nedenle mesafeli, soğuk insanlar ilgimi çekiyordu. Annemin ketum biri oluşu, duygularını kolay dökmeyişi benim sevgi tanımımı yarattı. Oysa bu bir insanın sevgiyi ifade ediş biçimiydi. Başarılı bir tutum olduğu söylenemez, hele ki mutlak doğru olarak asla kabul edilemez bir şeydi. Ama çocukluğumuzda bu ayrımı yapamıyoruz. Yanlış kayıtlar bilinçdışımıza çoktan yapılmış oluyor. Yetişkin bir birey olduğumuzdaysa bu sancıları çekiyoruz.
Bir önceki blog yazımda “Yanlış erkekler” konusunu ele
almıştım. Aslında yanlış erkek değil birbirleri için yanlış insanlar var. Saplantıya
dönüşen hiçbir duygu sağlıklı değil. Ben o yüksek duyguları hissettiğim insanda
annemi gördüğümü fark ettim. Onun sevgisi, takdiri her şeyin üstünde gibi
geliyordu. Oysa sevgi bu değil. Sevginin ne olduğunu artık gerçekten biliyorum.
Kalbimde derinden hissedebiliyorum. İçimdeki yarayı buldum. Parlamak isteyen
Sinem’i buldum. Hak ettiğim değeri, değersiz hissettirilerek elde etmeyeceğim. Bu
hastalıklı bir mekanizma. Bu sağlıklı değil. Beni gerçekten görmek isteyen
bunun için çaba sarf edecektir. Anlamak isteyecektir. Mesai harcayacaktır. Çünkü
içinden öyle yapmak geliyordur. Eğer gelmiyorsa, orada gerçek sevgi yoktur,
olmayacaktır. “Bir olmayacağım insanlarla bir olmaya çalışmaktan yoruldum.” demiştim.
Onlarla olamadım, olmayacağım. Beni anlamak isteyen anlayacak. Çocukluğumdan
süregelen, anlaşılmadığımı hissettiğim için yaşadığım o derin üzüntüyü tetikleyen
insanları hayatımda barındırmayacağım.
Ben yaşadığım hayatın hakkını veriyorum. Belki depresyondayım, belki tükenmişlik hissediyorum; ama bu haldeyken bile büyük şeyler başarıyorum. Benim için önemi çok fazla olan farkındalıklarıma her gün bir yenisini ekliyorum. Umarım bu yazdıklarımla benim gibi arayışta olan bir insana ışık tutabilirim. Kendinize iyi bakın, bir sonraki yazıda görüşmek üzere!