Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

27 Mayıs 2018 Pazar

Kadın vs Erkek

Merhabalar. Bugünkü yazımın konusu cinsiyet. Kadın olmak, erkek olmak, duygu ve düşüncelerimiz, hayata bakış açımız, benzerliklerimiz, farklılıklarımız, bunlarla ilgili naçizane düşüncelerimi paylaşacağım. Cinsiyetimden ötürü objektif bir yazı olamayacak, baştan belirteyim.

Kadın cephesinden başlıyorum. Her zaman olduğu gibi kendimden bir örnek vereceğim. Çocukluğumda oldukça dikbaşlı biriydim. Erkeklerle çok kavga eder, sürekli bir hak arayışına girerdim. İlkokul öğretmenim Mualla Öğretmen, bana her seferinde alttan almamı tembihlerdi. “Sen kız çocuğusun, ileride eş olacaksın, böyle fevri tavırlarını törpülemelisin.” diyordu resmen. Cinsiyet ayrımcılığını ilk kez o zaman yaşamıştım sanırım. Öğretmenime itiraz etmiştim tabii ki. Cazgırın tekiyim kabul eder miyim böyle bir şeyi? Bu “old fashion” öğretiyi, artık tartışılacak bir konu olarak bile görmüyorum elbette.

Ben bir kadın olarak değil de bir insan olarak algılanmak istedim her zaman. Kadına yapılan şaşaalı övgüler beni hep rahatsız etti. Anaçlık, iyilik, bereket, bilmem ne. Hele o “Siz olmadan olur mu?” cümleleri. Biz sanki bir eşantiyonmuşuz da, erkeklerin hayatına güzellik katmak için gönderilmişiz gibi tavırlar. Kadına yapılan güzellemeler bana bu yüzden boş geliyor. İnsanız kardeşim insan. Önce burada bir anlaşalım.

Her canlının kendince üstün tarafları olduğu gibi zayıf yönleri de var. Kadının da, erkeğin de. Ama maalesef bizim zayıf yönlerimiz, erkeklerin bize üstünlük kurmasına sebep olmuş. Canım hemcinslerim yüzyıllar boyunca aşağılanmış, hor görülmüş, haksızlığa uğramış. İkinci sınıf vatandaş muamelesi yapılmış kadınlara. Dünyada hâlâ kesinlikle erkek egemenliği diye bir şey var. En iyi ihtimalle gelişmiş bir toplumun vatandaşıysanız bile, eski zamanlardan kalan birkaç bir şey vardır, kırıntı da olsa yine de vardır. Bizim gibi gün geçtikçe muhafazakârlaşan toplumlarda ise manzara daha da vahim.

Diyelim ki başarılı bir iş kadınısınız. Özgeçmişiniz göz dolduruyor. Güzel bir işiniz var. Çocuk sahibi oluyorsunuz. Her ne kadar günümüzde babalar da yardımcı olsa da, sorumluluğun çoğu sizde. Derken, iş yerinde kuyunuzun kazıldığını fark ediyorsunuz. Anne olduğunuz için işinizi aksatmakla suçlanıyorsunuz. Bu eminim ki birçok kadının başına gelen bir durumdur. Bunun gibi bir sürü örnek verilebilir. Başarılı bile olsan dibe çekilmeye layık görülüyorsun, çünkü kadınsın. Bir limitin olmalı. Zaman ve koşullar değişiyor, modernleşiyor, ama hâlâ daha aşılamamış birçok şey var anlayacağınız.

Bir kadının misyonu sadece annelik midir? İyi bir eş olmak mıdır? Evi çekip çevirmek midir? Lanet olsun ki hâlâ bunları tartışıyoruz. Herkes doğru cevapları biliyor, ama uygulamaya geldiğinde kafa yapısı sabit. Ve fark ediyorum ki bunları sesli dile getiren kadınlar da küçümseniyor. “Öff, beğenilmemiş, evlenememiş çirkin biri kesin.” Ya da “Bu da önüne gelenle yatıyordur.” deniyor hakkında. Kadın, toplumun gelenekselliğini benimsememiş biriyse yine yaftalanıyor yani. Geleneksel kadınlarımız da kocaları tarafından eziliyor. Ulan bu bacılarımın yüzü hiç gülmeyecek mi???

Feministim, her zaman kadın kardeşlerimin yar ve yardımcısı olmak isterim, ama erkek düşmanı değilim. Feministlik erkek düşmanlığıymış gibi bir algı var ne yazık ki. Benim gibi düşünen, kadın-erkek ayırmaksızın insan olmayı, karakterli olmayı önemseyen bir erkeğe neden düşman olayım ki? He muhafazakârlara gerçekten katlanamıyorum. Benden uzak olup Allah’a yakın olabilirler. Örneğin, bu yazdıklarıma katılmayan, az önce bahsettiğim kötü düşünceleri aklından geçiren bir kadın da bu haz etmediğim erkeklerden farksız gözümde. Sırf aynı cinsiyetteyiz diye ona torpil mi geçeceğim? Hani diyorlar ya, "Ben seni de savunuyorum kardeşim." Yoo? O benden nefret edecek, ama ben onu savunacağım. Tabii ki şiddete uğrayan, başına kötü bir şey gelen bir insanın benimle aynı görüşleri paylaşmasa da destekçisi olurum. Ama benden farklı bir hayat görüşüne sahip olup, bundan da son derece memnun, üstüne benim gibilerin varlığından rahatsız olan bir insanla tartışma bile tartışmam. Yollarımız ayrıdır, kendisine başarılar diler geçerim.

Hümanist olmak zor zanaat. İstediğimiz kadar iyimser olalım, bu hayatta sevmediğimiz insanlar var, olacak da.

Kadın-erkek ilişkisini konuşacak olursak, üzen taraf değişken olduğu için genelleme yapılacak bir durum göremiyorum bu konuda. Türlü türlü birliktelik var. Arz-talep meselesi gibi bir durum söz konusu. Baskın bir erkek karakter varsa, erkeğin baskın olmasını isteyen bir kadınla birlikte. Ya da tam tersi; kadın baskınken, erkek uyum gösteriyor. İki baskın karakter varsa, sürekli kavga-dövüş halindeler. Orta yolu bulmuş insanlarsa problem çıkmıyor. Değişiyor yani. Tabii ki benim ikili ilişkilerde rahatsız olduğum şey, erkeklerin kısıtlayıcı oluşu. Ama dediğim gibi, bundan çok memnun kadınlar da var. Kısıtlanmak önemsenmek anlamına geliyor bir nevi. “Beni umursuyor, o yüzden böyle olmamı istiyor.” diye düşünülüyor.

Ben size bir şey söyleyeyim mi? Biz kadınların genel problemi bu aslında. Değersiz hissetmek. En büyük bug’ımız da bu. Kendi potansiyelimizin farkında olmayıp, birilerinin iki hoş sözüne kanmak. Bu sadece aşk anlamında değil. Gerçekten her sabah kalkıp, “Ben çok iyi biriyim. Çok güzel yönlerim var.” gibi kendimizi motive edici cümleler kursak, bu kadar kandırılmaz, bu kadar ilgi alaka bağımlısı olmayız belki. Güzel şeyler işitmek bizim en büyük ihtiyacımız. Bana göre yetiştirilirken bir yanlışlık yapılıyor ve biz bu hale geliyoruz. Kitlesel bir zaafiyetin başka bir açıklamasını bulamıyorum açıkçası. Ya da doğamızda mı var acaba? Neden böyleyiz ya rab??? Belki de kendimizi yetersiz görüyoruz. Eksik görüyoruz. İlgi açlığımız bu yüzden. Neticede kadınız. Erkek değiliz. Böyle bir algı yaratılmış. ALGI OPERASYONUNA KURBAN GİDİYORUZ RESMEN.

Biraz da erkek cinsiyeti hakkında atıp tutayım. Kadınlar hakkında biraz daha yazarsam ağlayacağım bu gidişle. :((

Erkek olmak doğuştan 1-0 önde olmak gibi bana göre. 1-0 öndesin diye maçı galip bitireceğinin garantisi yok, ama avantajlısın işte. Zaten bu avantajı her erkek değerlendiremiyor. Önde olmanın baskısını kaldıramıyorlar, gol yiyip yeniliyorlar. Eziklik psikolojisi gelişiyor bu sefer de. Erkeğim ama güçlü değilim, erkeğim ama yetersizim gibi. Çocukluktan bu yana yüklenen misyonun bir diğer yanlış sonucu da bu. Halbuki sen bir insansın. Günahınla, sevabınla bir insan. Sana uygun görülmüş, olmaya mecbur bırakıldığın figür olmak zorunda değilsin.

Ben fark ettim ki, bazı erkekler bir konuda kadının gerisindeyse, başka konularda üste çıkmaya çalışıyor. “Sen burada benden iyisin ama ben de burada senden iyiyim” diye düşünerek içlerini rahatlatıyorlar. Gerçekten karşılarındaki kadının onlardan üstün oluşunu tehdit olarak görüyorlar. O heybetli görünümlerinin altında korkak, özgüvensiz bireyler yatıyor, ama illâ ki yiğitliğe bok sürdürmeyecekler.

Erkeklerin de imtihanı, üstün olmak zorunda oldukları bilinciyle yetiştirilmek sanırım. Dediğim gibi her erkek bu baskıyı kaldıramıyor. Durumu avantaj olarak gören ise tam anlamıyla “winner” oluyor. Allah’ım keşke ben de winner bir erkek olsaydım diye geçiriyorum içimden. Kadın olmak fena değil, hatta birçok yönüyle keyifli de denebilir. Ama erkek olmak muhteşem geliyor bana. Bir kere çok daha üstünden biri olurdum gibime geliyor. Kadın beyni her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünüp, hayatı kendine zehir edebiliyor. Ama erkeklerde pozitif bir pratiklik var. Tak tak tak, bitti. Bunlar tabii ki de herkesi kapsayacak şeyler değil. Bir erkek çıkıp da, “Hayır o işler öyle sandığın gibi olmuyor.” diyebilir. Ben gözlemlerime dayanarak konuşuyorum. Mutlaka benim de kaçırdığım ya da yanlış düşündüğüm şeyler vardır.

Sanırım yazacaklarım bu kadar. Görüş belirtmek isterseniz çok sevinirim. Farklı bakış açılarını okumayı seviyorum. Hoşça kalın!

17 Mayıs 2018 Perşembe

Sex and the City Karakter Analizi

Merhabalar!

Bugün izninizle Carrie Bradshaw’lığa soyunacağım. Bilmeyenler için kısaca açıklayayım: Dizimizin başrolü olan Carrie, bir gazetede ilişkiler hakkında köşe yazısı yazıyor. Ben de bugün, dizinin dört ana karakterini yorumlayacağım.

Bildiğiniz üzere göreve başlamak için güvenlik soruşturması vs prosedürleri bekliyorum. Önümde muhtemelen boş geçireceğim birkaç ay daha var. Bu süreçte kendime faydalı şeyler de yapıyorum, piyano çalmayı öğrenmek gibi. Yeni dizilere başladım. Ama asla ve asla kopamadığım, bu sene 3 kez izlediğim bir dizi var ki, o da Sex and the City.

İzleyenler için problem teşkil etmese de, izlemeyenler için bol bol spoiler içerir. Aman dikkat!

Eveet, izninizle başlıyorum. Dizi 1998-2004 yılları arasında çekildi. Dizi başladığında 3 karakter –Carrie, Miranda, Charlotte- 32 yaşındaydı, Samantha ise onlardan 5-6 yaş kadar büyüktü. Bu dört bekâr kadın, aslında dört farklı kişilik. Ortak noktaları ise Carrie.



Carrie Bradshaw, gazetedeki köşe yazısı kısmında kendi hayatı ve arkadaşlarının hayatları ile ilgili durum tespitlerini, kafasında beliren soru işaretlerini kaleme alıyordu. Nasıl bir kadın diye soracak olursanız, ben iki kelimeyle ifade edebilirim sanırım: Serseri mayın.

Carrie hislerinin peşinde koşan bir kadın. Bir erkek ona güzel şeyler hissettirebildiyse, durum istediği kadar saçma, mantıksız görünsün, yine de vazgeçmiyor. Olmayacak duaya amin demek bu olsa gerek. Bir bölümde alkol bağımlılığı nedeniyle terapi gören bir adamla çıkmaya başlamıştı. Adam “Aslında bir ay daha kimseyle flört etmemem gerekiyordu.” diye uyarmasına rağmen Carrie umursamadı, adamla görüşmeye devam etti. Sonrasında adam, alkole olan bağımlılığını olduğu gibi Carrie’ye aktardı ve kadının başına bela oldu. Bu ve bunun gibi örnekler, Carrie’nin ilişkilere bakış açısını özetliyor aslında. Arkadaşları onun dertlerini dinlemekten yorulup psikiyatriste yönlendirdikten sonra aldığı randevuda, doktoru ona bir soru yöneltmişti. “Belki de siz yanlış insanları seçiyorsunuzdur?” Yani bu sorunlu diye bahsettiği insanların ortak noktası Carrie’ydi. Tamam, hepsinin türlü manyaklıkları vardı ama neden hepsi Carrie’yi bulmuştu? Carrie bunu asla kabullenmek istemedi. Topu çıktığı/birlikte olduğu adamlara atmak daha kolay geliyordu çünkü.

Mr. Big’le yaşadıkları, başlı başına bir konu. Ben Mr. Big’i inanılmaz çekici buluyorum. Yani o adama her kadın kafayı takar bence. Carrie’yi, Big’i bir türlü atlatamadığı için suçlamıyorum o yüzden. Ama ilişkide yaptığı hırçınlıklar, kafasından geçenleri adama dümdüz söylemekten korkup başka türlü ifade etmeye çalışması ve sonunda kopan kıyametler falan, Carrie bir sürü hata yaptı bu konuda. İlişkiyi hep Big’e göre yaşadılar. Adam ne zaman ne isterse aldı. Carrie hep tamam dedi. Düşünsenize, Aidan’la olan ilişkileri mahvoldu Big yüzünden! Aidan’a yaptıkları yüzünden Carrie’yi asla affedemeyeceğim sanırım.

Dizinin devam filmlerinin ikincisinde, Carrie artık Big’le evlenmiş, kız arkadaşlarıyla Abu Dabi’ye tatile gitmişti. Orada karşılaştığı Aidan’la buluşup öpüşmesi, yaptığı en saçma hareket olabilirdi! Be kadın, sen senelerdir kafayı kırmışsın Big, Big diye, Aidan’ı Big’le aldatmışsın, Aidan sana evlenme teklifi etmiş, evlenememişsin, şimdi bu adam nasıl tekrar ilgini çekebildi? Bu kadın insanı manyak eder. Eğer hayatınıza böyle bir kadın girdi ve sizi üzdüyse, ağzınıza geleni söylemekte haklısınız beyler.

Carrie'nin karakter analizinde önem teşkil eden alışveriş düşkünlüğüne de değinmeden olmaz. Yüzlerce ayakkabısı olan, hatta bu ayakkabılara verdiği parayla ev alabilecekken bunun farkında bile olmamış bir insan kendisi. Bana göre korkunç bir kıyafet dolabı var. Göz kanatıcı kombinlerine defalarca şahit olduk. Ancak dizinin çekildiği dönemde, en ünlü markalar onu giydirebilmek için yarışıyormuş. Yani her bir kıyafetinin bir olayı varmış. Gece elbiselerini başarılı buluyordum; ama gündüz kombinleri kötüydü bence. 

Sonuç olarak Carrie karakterini toparlamamız gerekirse: Hırçın, inatçı, tutkularına göre yaşayan, kimi zaman bencil, kimi zaman fedakâr olabilen, genel anlamda güvenilmeyecek bir kadın profili görüyoruz. Dizinin başrolü olmasına rağmen karakterler arasında en az sevdiğim kadın Carrie olabilir. Bye bye Carrie. Bir sonraki karaktere geçiyoruz.



Miranda Hobbes, ekibin kısa saçlı kızılı. Maskülen görüntüsü onu seksepaliteden uzaklaştırsa da, o da içten içe yüksek bir libidoya sahip. Samantha gibi realist, hatta kimi zaman fazla pesimist. Samantha’dan farkıysa, içten içe duygusal ve kırılgan olması. Edindiği tecrübelere gerçekçi yorumlar getirirken, durumun vehametine üzüldüğünü görüyoruz çoğu zaman. Hala daha bir şeylerin değişmesini istiyor, ama erkeklerden umudu kesmek üzere. 30’lu yaşların da sonuna varıp hala bekâr olduğunda, durumu şakaya vuruyor, kendisiyle dalga geçiyor; ama biz bilmiyor muyuz üzüldüğünü. Ah Miranda ah.

Beklenmedik bir anda onu tanımak isteyen, hayatına girmek isteyen bir erkekle karşılaşıyor: Steve. Steve, dizide en çok sevdiğim erkek olabilir. Tam bir bebiş. Ama sosyoekonomik farklılıklar nedeniyle yürütemiyorlar. Miranda zengin sayılabilecek bir avukat. Steve ise bir barmen. Hem çalışma zamanları, hem gelirleri, hem de çevreleri uyumsuz. Miranda zaten huysuzun teki. Steve ne kadar huyuna gitmeye çalışsa da bir yerde hep tıkanıyorlar. Ama birbirlerini gerçekten sevdikleri de ortada.

Steve’de testis kanseri çıkması üzerine onunla “acıma seksi” yapan Miranda, hamile kalıyor. Ve bu iki farklı insanın tekrar hayatları kesişiyor. Miranda’nın bir dönem hayatına giren doktor komşusu, benim aşırı hoşuma giden karakterlerden biriydi. Adamı biraz harcadı ama n’apalım! Miranda ile Steve aşkı diye bir şey var.

Miranda karakterini tek bir kelimeyle özetleyebilirim: Huysuz. Vallahi aklıma başka bir şey gelmiyor. Dürüstlüğü, arkadaşlarına olan düşkünlüğü ise bebiş huylarından. İş hayatındaki başarısını da takdir ediyoruz elbette. Yürü kızım Miranda, arkandayız.



Geldik Charlotte’a! Dizide beni Carrie’den bile fazla kanser eden karakterimiz Charlotte York, taammm anlamıyla bir kezo. New York City’de yaşayıp bu kadar ezmo olabilmeyi nasıl başardın ya??? Hayalperestliği, her ama her date’ine “Ayyyy bunla ciddi bir şeyler olacak galiba” diye yaklaşması, sürekli evlenmek istemesi, daima Polyanna olması falan gerçekten katlanılabilir bir kadın değil bu. İçinde inanılmaz bir romantik yatıyor bu kadının. Bütün misyonu evlenmek ve çocuk sahibi olmak. Nihayet aradığı aşkı bulduğunu düşündüğü zengin doktor Trey MacDougal’la alelacele evleniyor. Ve fark ediyor ki, kocasının erekte olma sorunu var! “He can’t get it up!” cümlesi bütün izleyenlerin aklına kazınmıştır sanırım. Kadın kocasının problemini çözmek için inanılmaz bir çaba sarf ediyor ve başarılı da oluyor. Ama yine de Trey’le yürütemiyorlar. Adamın zengin, iyi bir aileden gelmesi, Charlotte’a çok iyi davranması, ciddi düşünüp hemen evlenmesi falan bile yetmiyor bir yerden sonra. Trey olacak iş miydi Charlotte ya? Bir sürü erkekle beraber olup evleneceğin adamla seks yapmadan evlenmek zaten dünyada gördüğüm en saçma olay. Ee, bu aptal davranış da ancak Charlotte’dan beklenirdi. Zengin kocayla evlenip işini bırakması da oldukça eleştirilmesi gereken bir davranıştı. İkinci kocasıyla evlenebilmek için Yahudi olması peki?? Bu kadın evlenebilmek için her şeyi yapar ya, gerçekten böyle bir motivasyon görmedim hayatımda. Harry’yi sevdim ama ben, çok iyi adam. Nihayet onunla mutluluğu buldu ezmo kızımız. Çocuk sahibi olamıyordu, evlat edindiler. Sonra kendisi de hamile kaldı. Tamamen mutlu son!

Charlotte karakterini özetlemek gerekirse: Tabii ki kezban diyorum. Dürüst ve ahlaklı biri olması, fedakâr ve düşünceli bir arkadaş olması, iyi bir eş olması falan da iyi özellikleri işte. Yeter, bitiriyorum bu karakteri de.



VEEEEEE, GELDİK BEBEKLER BEBEĞİ, İDOLÜM, TAPTIĞIM KADINA… SAMANTHA JONES… YÜRÜYEN LİBİDO…ERKEK AVCISI…PROFESYONELLİKTE BİR DÜNYA MARKASI…

Samantha Jones, grubun en yaşlı üyesi. Arkadaşları yaşını az çok tahmin etse de çaktırmıyor, Samantha’yı üzmüyorlar. Samantha, bir PR’cı. Organizasyonlar, davetlerle ilgilenen bir ajansı var. Yüksek sosyeteyle bağlantıları olan, zengin bir ablamız. Bu bağlantılar tabii ki sadece iş ilişkisi değil. Kendisi seks konusunda çığır açmış biri. İnanılmaz cüretkâr olabiliyor bu konuda. Ne zaman, ne istediğini net bir şekilde ifade etmekten korkmuyor. Erkeklerle ilişki düşünmemeye gayret ediyor. 2 kez kalbini kırdılar bebeğimin. O yüzden o sulara girmektense, sadece seks yapmayı tercih ediyor.

Samantha’nın bir Richard’ı vardı ki, en sonunda kadını sevgili olmaya ikna edebilmişti. Adam milyoner, orta yaşlı, Samantha’ya hitap edebilecek biri. Sadece güvenilmez bir adam. Tek sorun bu (sanki küçük bir sorunmuş gibi). Samantha Richard’a değer vermeye başladıkça, Richard’ın kalbini kırmasından endişelenir hale geliyor. Ya aldatılırsam korkusu, ona peruk takıp sevgilisini takip etmeye kadar aklını kaybettirebiliyor. Veee Richard’ı gerçekten de bir kadınla basıyor. Güç bela ikna edilip tekrar barıştığındaysa, aynı durumun tekrarlanabileceği korkusu, ona ilişkiyi bitirtiyor. Samantha’nın meşhur “I love you, but I love me more” cümlesi ilk kez burada kuruluyor.

Peki ben Samantha’ya neden bu kadar hayranım? Erkekleri sadece seks aracı olarak görmesinden dolayı mı? Hayır. Sekse olan düşkünlüğü ve özgür ruhu gerçekten takdir edilecek cinsten. Ama Samantha sadece seksten ibaret bir kadın değil. Tam anlamıyla olgun, mantıklı, tutarlı bir kadın. Arkadaşlarına en mantıklı ilişki tavsiyelerini veren, en sonunda mutlaka haklı çıkan kişi Samantha’dır. Ve de işin en önemli noktası, arkadaşlarına mantıklı tavsiyeler verirken kendi hayatında sıçıp batırmıyor. Bu düşüncelerini gündelik yaşamına tamamen entegre edebilmiş. Gerçekten düşündüğünü yaşıyor. Bu müthiş bir meziyettir arkadaşlar. Bilenler bilir. Bir gün bunu uygulayabilirsem, gerçekten çok mutlu olacağım.

Samantha’nın başına gelen en güzel şey Smith Jerrod sanırım. Ünlü bir vejetaryen restoranında garsonluk yapan Smith –o zamanki adıyla Jerry-, Samantha’nın radarına giriyor. Kısa sürede kendilerini yatakta buluyorlar. Steve’in Miranda’yı kazanmak için gösterdiği çabayı Smith de Samantha’ya gösteriyor. Samantha zamanla ilişki tabusunu yıkıp, kendini Smith’e açıyor. Samantha’nın en zor günlerinde bile yanında olan Smith, gerçekten vefalı bir erkek. Samantha’cığım, güçlü bağlantılarını devreye sokarak Smith’i ünlü bir film yıldızı yapıyor. Smith, Samantha’yı hem çok seviyor, hem de Samantha'nın ona yaptığı iyiliklere minnet duyuyor. Seviyoruz seni Smith.

Samantha'nın meme kanserine yakalanması ve ardından girdiği menopoz süreci biraz sıkıntılı dönemler geçirmesine sebep oluyor. Kemoterapi aldığı dönemdeki soğukkanlılığı, kanser dayanışması adına katıldığı bir gecede sıcaklayıp peruğunu çıkarmasıyla ekol oluşu, özetle her şeyiyle sıradışı bir kadın olmayı başarıyor Samantha'cığımız. Smith'in Samantha'ya destek olmak için saçını kazıttığı bölümse tüyleri diken diken ediyor.

Samantha’nın vecizelerinden aklıma gelenleri yazacağım şimdi de.

“I've never been friends with men. Women are for friendships, men are for fucking.”
(Asla erkeklerle arkadaş olmadım. Kadınlar arkadaşlık, erkeklerse yatmak içindir.)

“What happened was in the past, leave it there.”(Geçmişte olan geçmişte kalır.)

“Oh please! There is always a contest with an ex. It’s called ‘who will die miserable’.”
(Hadi ama! Eski sevgiliyle aranda her zaman bir yarışma vardır, adı da ‘kim çaresizce ölecek’tir.)

“I don’t really bleave in marriage, but botox on the other hand, that works every time!”
(Evliliğin işe yaradığına inanmıyorum, ama diğer yandan botoks, her zaman işe yarar!)


Umarım okurken keyif aldığınız bir yazı olmuştur. Görüşmek üzere!

10 Mayıs 2018 Perşembe

Latin Dansları ve Sosyal Dans Hakkında

Merhaba! İnanın yazıyı yazmaya başlarken ne hakkında yazacağımı asla düşünmedim. Tam şu esnada karar vermem gerekiyor, zira ilerleyemiyorum. İzninizle biraz düşüneyim. Eveet konuyu buldum.

Belki yeni hayatında kendine aktivite arayan arkadaşlarımız vardır, latin danslarıyla ilgili bilgi ve tecrübelerimi sizlere aktarayım diye düşündüm. Başlamadan önce, dans geçmişimden bahsedeyim biraz.

Çocukluğuma kadar ineceğim, burası kişisel blogum kimse kusura bakmasın. "Büyüyünce ne olacaksın" diye sorduklarında ilk cevabım dansözdü benim. Aşşşşırı seviyordum göbek atmayı. Asena idolümdü. Bana göre o gelmiş geçmiş en iyi dansçıydı hatta. Bir kere darbukayla senkronize hareketleri bana inanılmaz geliyordu, çünkü o öyle figürler sergileyince efekt olarak "tak, tak" diye ses geldiğini sanıyordum. Darbuka olduğunu anlamam biraz sürdü yani shdjskd. Neyse, hepimizin çocukken böyle "bir şeyleri öyle sanış"ları vardır. Bir arkadaşım karabiberi kum sanıyormuş mesela. Tamam çok dağıttım toparlıyorum. Yani dansa ilgisi olan bir çocuktum. Böyle olunca annem ilkokulda folklöre gönderdi. İlk dersine gittik işte birlikte. Oyunu da hiç unutmuyorum "Dıv dıv" diye bir şey. Çok basit bir temel hareketi öğretiyorlar, herkes yaptı bir ben yapamadım. Annem de "Hadi kızım, bak şöyle" diyor, yapamıyorum. Arkadaşlarım göstermeye çalışıyor, yine olmuyor. Hoca zaten umudu kesti benden. Ben de aşırı stres oldum böyle direksiyon başında ter döken acemi sürücü gibiyim. Yok dedim ben bunu yapamicam. Çıktık çalışmadan eve geldik. Sanırım bir şeyi bakarak öğrenme kabiliyetim yok benim. Subkorteks öğrenebiliyorum. Beyin işin içine girince kafam karışıyor sjdkd. Neyse, bu acı deneyim bu şekilde sonlandı.

Geldim ortaokula. O dönemler de aşırı zayıfım, çöp gibi bir şeyim. Bacaklarım en son 2006 yılında inceydi zaten. Anıyoruz rahmetle. Sene sonu gösterisi olacak, biz de Shakira'nın Objection şarkısıyla dans edeceğiz. Koreografimizin bir bölümünde bir bel kıvırma hareketi yapıyoruz ama benim tersime geliyor hareket. Yoksa Asena'lık kanımızda var kimseye göbek atamıyo dedirtmem. Ama bana göre ters yönde çeviriyoruz ve ben yine beceremiyorum. Soxam böyle vaziyete. Hoca da diyor işte "çok zayıfsın, iyi kıvırtamıyorsun". Beni arkaya aldı, ben ağlıyom hüngür hüngür. Şarkı da söylicem o gün, ağlamaktan sesim kısıldı. Sad story'ler bitmiyor anlayacağınız. Lisede dansla ilgili bir anım yok, direkt üniversiteye geçebiliriz artık.

Üniversiteye başladığımız gibi arkadaşlarla okulun çeşitli kulüplerine kaydolduk. Biz arkadaşımla salsa ve tangoya yazıldık. Kısa sürede tangoyu saldık ama salsa gerçekten güzeldi. Haftada bir gün, yaklaşık 2 saat sürüyordu. İşte temel adım, sonra partnerli küçük kombinasyonlar, son 20 dakikasında da bachata öğretiyorlardı. Üniversitenin dans topluluğunun okulda ve dışarıda dans geceleri oluyordu. Bir kere gideyim dedim, özgüvensizlikten hiçbir şey yapamadım, çılgın gibi dans edenleri görüp "Ben bunlarla baş edemem" diyerek mekanı terk ettim. Salsayı sevmiştik sevmesine de, daha dönem 1'iz, okul tecrübemiz yetersiz, ders çalışalım diye derslere gitmeyi de bıraktık.

Dönem 2'yken bir tiyatro kulübü denemem oldu. Başındaki kıza uyuz olduğum için ayrıldım. Kendime yeni bir uğraş bulmak istiyordum, "Ulan dansa geri döneyim bari" dedim. Dans gecelerine gitmeye başladım. Bildiğim şeyler de gerçekten temel hareketler he. İşte üç beş kişi ancak dansa kaldırıyor. Kaldıran da bir bok bilmediğimi anlayınca laf sokuyor, suratı düşüyor. Hiç unutmuyorum biri "E sen sadece temel hareket biliyorsun?" demişti. Evet amına koyim? Anamın karnından figürlerle çıkmadık. Böyle demedim tabii ki. "Hıhı az biliyorum evet." falan dedim. Sikikler ya. Neyse sinirlenmiyoruzz. Bilenler bilir, ben bir şeye sebat ettim mi peşini bırakmam. Gerçekten hakkını verene kadar uğraşırım, böyle bir yapım var. Hemen gittim özel dans kursuna yazıldım. Okulun dans gecelerine, dışarıdaki çeşitli oluşumların gecelerine, ne varsa alayına gittim. Bir kere sosyal dans adapte olması kolay bir şey. Salsa için tam olarak öyle olmasa da bachatayı sadece dans gecesine giderek öğrenebilirsiniz. Yemin ederim hiçbir numarası yok. Salsa için güzel bir eğitim şart. Üstüne koymak için de pratik yapmak gerekli. Maalesef dans partnerim olmadı ama dans gecelerinde kendimi çok geliştirdim. Hani keşke sizi pezevenklerin elinden alacak biri çıksa da, gel partnerim ol, birlikte dans çalışalım dese. Deli gibi aşama kaydedersiniz. Ben birkaç arkadaşımla çalıştım kısa süreli. Benim için en faydalısı on2'yu öğrenmek oldu. Salsada On1 ve On2 diye iki çeşit adımlama var. On1, yeni başlayana öğretilen, On2 ise daha ileri seviyedeki dansçıların, dans gecesinde caka sattığı adımlama. Ben on1'ı iyice öğrendikten sonra, rabbimmm on2'yu öğrenem diye delirmeye başladım. Bir abi var sağ olsun, kısa sürede öğretti bana. Böylece iyi dans eden (çoğunluğu hoca) insanlarla da etkileşimim arttı.

Bir kere dans konusunda her zaman iyileri kovalayacaksın. Egoyu bir kenara bırakman gerekiyor. İyi dans edeni dansa kaldıracaksın. Başta rezil olmaya yakın şeyler yaşıyorsun tabii ki. Yeterince iyi bilmediğin için, karşındakinin verdiği komutları doğru alamıyorsun. Yaptırmak istediği hareketi yapamıyorsun falan. Ama böyle böyle gelişiyorsun. İyiyi kovalamadan, ilerlemek gerçekten zor. Dans gecesine gelip, "ben kimseyi kaldırmam" dersen, seni de orta derecede bilenler kaldırır, ki o da en iyi ihtimal. Maalesef iyi dans edenlerin çoğu, kaşına gözüne bakıp da dansa kaldırmıyor. Tabii ki arada yavşakları var, ama benim kovaladığım dansçılar asla kimsenin ayağına gitmiyordu. Kendi arkadaş çevreleri ya da onları dansa kaldıranlarla dans ediyorlardı. Eee napalım biz de gittik ayaklarına.

Şimdi sıfırdan dansa başlayacak arkadaşlara tavsiyeleri toparlayalım. Önce erkekler cephesinden bakalım. Kız düşüyor mu? Düşüyor kardeş. Ama beginnerken zor. Bu işin şakasıydı ama tabii ki her şakada bir gerçeklik olduğu gibi, burda da var. Dans bir flört mecrası, bu bir gerçek. Salsa eşli dans olduğu için, erkeğin işi daha zor. Hareketleri erkek planlıyor. O yüzden pratik aksatılmamalı. İyi bir dans kursuna gidilmeli, dans gecelerine sık sık gidip o dersler pekiştirilmeli. Belli bir seviyeye kadar sıkıntı çekeceksiniz. Dansa kaldırdığınız kızlar sizi reddedebilir, ya da dans ederken suratı düşebilir. Ben de geçtim aynı yollardan, şimdi kimseye zamanında bana yaptıkları gibi vücut diliyle ya da sözel olarak tavır almıyorum, ama içimden "Allah'ım ben hayır kurumu muyum, bitsin artık şu şarkı" diye geçirdiğim oluyor. Özetle vazgeçmiyoruz beyler.

Kadınlaraysa vereceğim daha deep tavsiyeler var. Canım hemcinslerim, öncelikle dansa dans için gelmeyen çok erkek var. Bunu zaten tahmin ediyorsunuzdur. Bu erkekler genelde iyi salsa bilmez, hatta belki hiç bilmez, bachatayı biliyordur. Gereksiz bir güler yüzlülük, bir konu açma çabası, ya da bedensel yakınlaşma denemeleri olacaktır. Bachata bu duruma çok müsait bir dans türü. Ben gerçekten bachatadan keyif alıyorum ama kiminle dans ettiğinle inanılmaz alakalı. Bunun erkeğin dış görünümüyle falan pek ilgisi yok. Gerçekten samimi söylüyorum bunu. İyi bir dansçı olacak, hareketleri öküz gibi, ya da gereksiz erotizm dolu olmayacak. Ölçüsüyle yapıldığında harika bir dans, ama kaç kişi başarıyor derseniz, oldukça az. O yüzden bir eliniz mutlaka adamın omzunu itip uzaklaştırabilecek şekilde yerleşik olmalı. Rahatsız edici tiplerden bu şekilde kendimizi koruyabiliriz. Salsada zaten böyle sorunlar asla yok. Müthiş keyifli, ama her şey gibi emek isteyen bir dans. Bizim öğrenmemiz kesinlikle daha kolay. İlerledikçe Lady Style derslerine gidip, shine (dans esnasında yapılan solo figürleri) öğrenebilirsiniz.

Son olarak dans festivallerinden bahsetmek istiyorum. Ben bir kez katılabildim, ama hayatımdaki en güzel deneyimlerden biriydi diyebilirim. Sabah 4'e kadar dans ettiğimi biliyorum. Hem de ülkenin en iyi dansçılarıyla dans edebilme fırsatı buluyorsunuz. Gerçekten çok ama çok keyifliydi. Bir daha gitmek için sabırsızlanıyorum. Showlar, partiler, workshoplar, gerçekten dolu dolu geçiyor. Çağ atlatır insana, o derece güzel bir imkan.

Yazımı burada sonlandırıyorum. Umarım faydalı olabilmişimdir. Yeni bir şehirde, yeni bir hayata başlayacak olan okuyucum varsa, sosyalleşmek adına güzel bir aktivite olabilir. Öğrenciler için de aynı şekilde. Dans güzel şey ya. Gerçekten iç kıpırdatıyor. İnsana enerji ve mutluluk veriyor. Bir şeyi başarma hissi zaten mükemmel. Yeni insanlarla tanışmak da keyifli. (çoğu mal olsa da) Öyle yani, herkese tavsiye ediyorum. Hepinize heyırlı günler diliyorum. Hoşça kalın!

4 Mayıs 2018 Cuma

Günlükvari 2

Selamlar! En son yazdığım yazının üzerinden 1 ay geçmiş yine. Ulan ne ara geçti bunca zaman, yine anlayamadım. Asında boşşşlar boşuyum, gün içinde hele de erken uyanmışsam ve akşama kadar bir planım yoksa, kendimi nasıl oyalayacağımı şaşırıyorum. Ama diğer yandan da zaman deli gibi akıyor. Bu yazı da gelişine olsun madem. Yazmadığım bu bir ayda neler yaşadım, onları anlatayım. 

Eveeet, öncelikle Antalya’dan İstanbul’a geçişimden bahsedeyim. Orada çok yakın bir dostum var, çocukluk arkadaşım. Ne zamandır aklımdaydı İstanbul’a gitmek, gerçekleştireyim bari dedim. Ev arkadaşım (hala eski demek istemiyorum, umarım güncel ev arkadaşım da olur kendisi 😔) ailesiyle İstanbul’a gidiyordu, babasının uçak fobisi olduğu için arabayla gideceklerdi. Dedi sen de gel. Duruma “Bedava ve ekstra bir yiyecek” karikatürü gibi yaklaştım, "oluuur" diye kabul ettim hemen. Zaten manyaklar gibi para harcıyorum, nereden kıssam kâr.
Neyse geldim İstanbul’a. İlk gün olaysız, evde geçti. Ertesi gün Nişantaşı’na gittik, lüks bir manikür-pedikürcüye tırnak bakımı yaptırdık. Ben hayatımda böyle bir şey yaptırmış değilim. Zaten canım acır diye çekiniyordum. Ellerimin ihtiyacı yok ama ayaklarım tam bir toynak. Dedim insana dönmek istiyorum, tamam yaptıralım. 140 tl verdim. Ama hak etti bence ya. Kalıcı oje sürüyorlar bir kere, hala daha şu kadarcık çıkmışlığı yok. Kremler, bilmem neler, ayağımın bizzat kendisi inanamadı böyle bakıldığına. Ayaklarıma yükseldim resmen. Neyse oradan çıktık, öğle yemeği yedik. Sonra arkadaşımın ofise gitmesi gerekti, ben de etrafta biraz oyalandım. Hee, Antalya’dan ayrılmadan önce saçımı kestirmiştim. Karı yamuk kesmiş. Ben de tabii obsesiflikten şurdan düzeltem, burdan düzeltem diye iyice kırptım saçı. Onu tekrar düzelttirdim bi kuaförde. Ama tekrar kesim parası asla vermek istemiyorum aslaaa. Adama durumu anlattım, neyse ki çok para almadı. Sonra arkadaşımla tekrar buluştuk, ne zamandır gitmek istediğim Room and Rumours’a gittik. Biliyorsunuzdur, Başak Dizer’in mekanı orası. Anamm, ben son derece salaş bir kombindeyim. Mekana bir girdim, birbirinden alımlı bir sürü insan. Meğer yeni koleksiyon mu ne tanıtıyorlarmış, mağaza bölümünde inanılmaz bir hareketlilik var. Girdim bakıyorum ben de yalandan. Mümkün mü yani bir şey alabilmem shdjkfj. Instagramda moda ve sosyete diye bir hesap var, onun sahibini de gördüm. Derkeenn sağ yanımda Başak Dizer belirdi. Rabbimm, bu kadını Kıvanç’a yakıştırmayanlar sikimi yesin. Shjddkf kusura bakmayın ama öyle. Bir kere fiziği muhteşem. Yüzü de gayet güzel, inanılmaz asil bir kadın. Her daim şık, tabii ki mesleği bu ama modayla ilgilenen herkes onun kadar istikrarlı değil bence. Bu kadını rüküş göremezsiniz, bu kadar net. Neyse mekanın kokteylleri güzel oluyormuş, içelim dedik. Bitirdikten sonra da tatlı yemeye gittik. Ooohh maşallah ilk günden ortalığın amına koydum. Bu para harcama grafiğini yorumlamam gerekirse, İstanbul’da yaşamadığıma şükrettim diyebilirim.
İlk gün bir sürü şey yaptıktan sonra, sonraki günlerde biraz ağırdan gideyim dedim. Yani böyle giderse para dayanmayacak, bu nedir arkadaş. Daha salaş takılmaya başladık sonra. Arkadaşımın spor salonu üyeliği var, beni de misafir olarak sokabiliyor. Ayda 3 kerelik misafir getirme hakkı var ama kimsenin takip ettiği yok. 2 hafta boyu düzenli spor yaptım bu sayede. Baya iyi oldu.

Bu arada da deli gibi yerleştirme sonucunu bekliyorum. Ha açıklandı, ha açıklanacak. Okuldan arkadaşımla da buluştuk 2 kez, yürüdük bir sürü, güzel vakit geçirdik. O da sonuç bekliyor, ben de. Her an konu ona dönüyor ama assssla açıklanmıyor. Drtus diye bir site var, millet orayı mesken tutmuş. Ösym’nin sitesinde aktif link diye bir şeyi kovalıyorlar. Ne hesaplar, ne plan programlar. “Şu saatte açıklanacakmış arkadaşlar, bir tanıdığımızdan kesine yakın bilgi.” O saat geliyor, açıklanmıyor. Millet “hocam yakıştı mı” diye adama gömüyor. İnanılmaz atraksiyonluydu yani. Başta ne geri zekâlı bu millet diye delirmiştim ama sonra ben de bağımlısı oldum. Bir şey yazmıyordum ama oradaki akışı izlemek müthiş keyif vermeye başladı.

Veee o gün… Bebek sahilinde yürüyüşteyim. Telefona da az bakıyorum bilerek, kafamı dağıtmaya çalışıyorum. Bir baktım, arkadaşım yazmış “Lan açıklandı” diye. Elim ayağım birbirine dolaştı. Orta yerde, iki büklüm oldum. Tc mi falan giriyorum, dua ediyorum bir taraftan. Sonra o yazıyı gördüm… DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ İÇ HASTALIKLARI… Sesli sesli ağlamaya başladım. Yemin ediyorum kimse umurumda olmadı o an. “Ühüühühühühü kazandım ühühühühü”, aynen böyleyim. Sonrasında uzunnn bir telefon trafiği, tebrikler, sevinçler vesaire. Şükürler olsun canım rabbim, kurban olam ben sana. Ya inanılmaz korkuyordum kazara nörolog olacağım diye. Tabii ki gayet iyi bir branş, ama ben dahiliye istiyorum. İstediğimi almak istiyorum her şeyden önce. Bir kez de seçtiğimi elde edeyim, kader ya da başka faktörler beni yönlendirmesin istiyorum. Ulan o kadar gergin bir şekilde günlerce bekledim, 1. girmişim. Yemin ederim ben şoktada. Bileydim az daha ferah tutardım içimi. Neyse şükürler olsun diyorum tekrardan. HAYALİM GERÇEK OLDU.

Sonuçlar belli olduktan birkaç gün sonra, ablam arkadaşının nişanı için İstanbul’a geldi, 2 gün de onunla ve kuzenimle gezdik. Sonrasında ben de İzmir’e bilet aldım. HEYECANNN. Bu arada kredi kartım ve hesabımda kalan para ağlıyor he. Anasını ağlattım gerçekten. Bir de kalacak yere para ayırmak istemiyorum. O yüzden uzaktan akrabaları devreye soktum, halamın eşinin yeğeninde konakladım. HAY KONAKLAMAZ OLAYDIM. Anasını sikeydim gerçekten böyle bir pişmanlık olamaz. ASLA VE ASLA susmayan iki kadın, devamlı Barbie oynamak isteyen bir kız çocuğu. Zaten okula da uzakmış. Baya baya yoruldum yani bedensel ve zihinsel açıdan. Kayıt işi bir günümü aldı. Onda da nüfus cüzdanımı değiştirmiş olduğum için yıprandım. Allah belasını versin, güvenlik soruşturması formu beynimi yaktı yani en sonunda. Neyse bunlar olumsuz ama önemsiz detaylar. En sonunda bitirdim kaydı. Ertesi gün de Alsancak’a gezmeye gittim. Yanlış bir ayakkabı tercihiyle 13 km yürümüşüm, pedikürlü ayaklarımın yine anasını siktim affedersiniz. Hak etmiyorum ben bu bakımı, bu insanlığı. Neyse, İzmir’e kanım ısındı ama. Zaten önceden de sempati besliyordum. İyi geçinicez bence kendisiyle.
Ertesi gün istikamet yine Antalya oldu. Kuzenim Almanya’dan gelecekti, onu da görmek istiyordum. Bu bahaneyle atladım geldim yine. Canım Antalya’m gavur pussy gibi sıcak. Deniz sezonunu açtık kuzenle. Asla baharda denize girmiş gibi olmadım, sanki yazın ortasındayız, öylesine normal bir sıcaklık vardı. Valla 3 kez girdim, gitmeden bir kez daha gireceğim. Pazar günü bu kız Zonguldak’a döner… Artık kalmak için hiçbir bahanem yok. Ailem beni reddetmeden gidem de onların da gönlünü alam.

Zonguldak’ta yapmayı planladığım şeyler: Diyete başlamak, spor yapmak, müzikle ilgilenmek, Breaking Bad’i bitirmek (2. sezondayım), Netflix belgesellerine bakmak (methini baya duydum), işte film falan izlemek. BBBBBOOŞŞŞŞŞ yapmanın kitabını yazacağım rabbim nasip ederse. Aslında samimi dileğim işe bir an önce başlamak. Bana boşluk yaramıyor çünkü. Beklemedeyim canım rabbim.

Hepinize hayırlı cumalar, iyi hafta sonları diliyorum!

Herkese Merhaba!

Günlükvari 16 - Nihayet Bahar!