Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

17052

17 Ekim 2020 Cumartesi

Hayat ve Trajediler 2 - Yanlış Erkek

Herkese merhaba!

Başlıktan anlayacağınız üzere, bugünkü yazımda kadınların kanayan yarası olan yanlış erkek seçimiyle ilgili naçizane görüşlerimi paylaşacağım. Kim bu yanlış erkekler? Neden yanlışlar? Kapılıp gitmesi neden bu kadar cazip? Haydi bu soruların yanıtlarını birlikte bulalım.

Öncelikle yanlış erkeklerin sahip olduğu ve olamadığı özelliklerden bahsetmek istiyorum. İlk konu: değer vermek. Yanlış erkek size değer vermez. Değer veriyorsa bile kendi bencil normlarına göre, kendi istediği şekilde değer veriyordur. Bu da bana göre değer vermek olmuyor. Kendinizi değersiz hissettiğiniz her an bunu sorgulayın derim. “Bu insan beni ne kadar önemsiyor? Benim beklentilerime ne kadar karşılık veriyor? Beni ne kadar anlıyor ya da anlamak istiyor?” Değer veren insan, karşısındakini anlamak için çaba gösterir. Anlıyormuş gibi davranıp rol yapmaz. Hele ki kendisinden hiç taviz vermek istemeyen biri, ikili ilişkilerin insanı değildir. Yalnız olmalıdır ve zaten o da bunu seçmiştir.

Yanlış erkek dürüst değildir. Bazıları dürüst görünmeye çalışır, hatta epey de başarılı olur. Kimisi de açık sözlü görünen tavırlarının altında gerçek karakterini gizliyor olabilir. Peki kandırıldığımızı nasıl anlarız? Aşkın gözü gerçekten kör müdür, yoksa kör olmayı biz mi seçeriz? Bazı kadınlar peri masalında gibi yaşıyor. Kendilerine yarattıkları dünya gerçeklikten o kadar uzak ki, kış uykusunda gibi takılıyorlar. Sadık zannettikleri eşlerinin vukuatlarını biz bile duyuyorken onlara göre her şey toz pembe, her şey kusursuz, her şey mükemmel. Acaba aldatıldıklarını tahmin ediyorlar mı? Yoksa akıllarının ucundan bile geçmiyor mu? Erkekler gerçekten iyi yalancılar mı, yoksa biz mi kolay inanıyoruz? Bana göre olay şöyle: Bir kadın bir erkeği sevdiğinde, benliğinden bir parçayı ona armağan ediyor. Ona kalbinin en değerli ürününü, sevgisini veriyor. Sevmeye değeceğini düşündüğü insanın onu hayal kırıklığına uğratmayacağını, bu sevginin, bu emeklerin bir hiç uğruna olmayacağını kendisine ispat etmek ister gibi her geçen gün bu sevgisini derinleştiriyor. Eğer karşısındaki erkek onu üzecek, kıracak, sevgisini sorgulatacak bir şey yapmıyorsa, bu kadın uykusundan asla uyanmayacaktır. Erkeklerin iyi bir yalancı olmasına gerek yoktur, sevdiği insana inanmayı seçen bir kadın, kendisini bu yalanlara gerek duymadan da kandırabilir. Bir insanı isterseniz iki ay, isterseniz iki yıl, isterseniz yirmi yıldır tanıyor olun, eğer ona inanmayı seçtiyseniz, sadece görmek istediğinizi görebilirsiniz. Bu yüzden, insanlar uzun yıllardır ilişki içinde olup ayrıldıklarında “Meğer ben onu hiç tanımamışım.” cümlesini kurarlar.

Peki ya tam aksi gerçekleşirse? Kadın, sevdiği adamın aslında “o adam” olmadığını fark ederse? Hem de bunu acı bir şekilde öğrenirse? Gerçekler ortaya çıktığında, dünyan altüst olur. Emeklerin boşa gitmiş gibi hissedersin. Sahi, tam olarak ne için emek vermiştin? Tüm bunlar ne içindi? Kandırılmışlık hissi canını hiç olmadığı kadar acıtır. Bazen ağızdan çıkan bir söz bile insanda bu hissi uyandırabilir. “Benim sevdiğim adam bu adam olamaz.” düşüncesi zihnimizde beliriverir. Belki ilk ciddi kavga, belki ilk kriz, belki bir yalan, belki bir ihanet. Sebep her ne olursa olsun, karşımızdaki insanın bu zamana kadar bize karşı dürüst olmadığını sezdiğimiz o an, geri dönüşsüz sürecin başlangıcıdır. Çünkü konu ne olursa olsun, doğru insan dürüsttür.

Yanlış erkek manipülatiftir. Karşısındakinin fikirlerine değer veriyor gibi görünse de, gerçek hiçbir zaman öyle değildir. Ağzı iyi laf yapan erkekten her zaman korkmuşumdur. Gerçi az konuşan erkekten de korkmak lazım, onlar da sinsi olabiliyorlar. Bir kere erkeklerin, kadınları yanlarında taşıdıkları eşantiyon gibi görmekten vazgeçmeleri lazım. Kendilerini kadınlardan üstün görmeleri büyük bir yanılgı; ama maalesef çoğu bu düşünce içinde. Onlar daha zeki, onlar daha mantıklı, onlar daha becerikli, onlar daha güçlü, bu liste uzar gider. Böyle düşündükleri için, her zaman daha iyisini kendilerinin bildikleri yanılgısına düşüyorlar. İnanın bana, en eğitimli, en entelektüel erkek bile işine geldiğinde ataerkil düzenin gizli savunucularından olabiliyor. Kadın-erkek birlikteliği bir hayat paylaşımıdır. Bir alışveriştir. Sen üstünsün, ben üstünüm yarışı değildir. İnsanların özgürlüklerini elinden almak, onlara hakimiyet kurmak, kararlarına gereğinden fazla müdahale etmek, aslında gizli özgüvensizliğin dışa vurumudur. Erkek egemen toplumlarda yetişen erkeklerin, kendilerini “daha erkek” hissetmeleri için takındıkları bu tutum, kendi eksikliklerine yoğunlaşmaktan, daha iyi bir birey olma yolunda ilerleme çabası içinde olmaktan çok daha kolay, çok daha eforsuzdur. Hem kadınların çoğu da böyle erkekleri sever. Onları yönetsin, onlara “sahip çıksın”, onları kısıtlasın, onları kıskansın isterler. O zaman değişmenin, dönüşmenin ne gereği vardır ki? Konu arz-talep meselesiyse, gerisi teferruattır.

Yanlış erkek düşüncesizdir. Karşısındaki insanın hangi sözlere kırılıp güceneceğini tahmin edip, kelimelerini ona göre seçmek için çaba sarf etmez. Tepki gösterdiğinizde argümanı çoğu zaman: “Ben senin iyiliğin için söylüyorum.” olur. Sizi incitmemek için elinden geleni yapması gerekirken, özensiz davranışlarla size hayal kırıklığı yaşatmaya devam eder. Unutmamak gerekir ki, açık sözlü olmanın bir sınırı vardır. Bazen karşımızdakine duymaya ihtiyacı olduğu kelimeleri söylememiz gerekir, ya da duymak istemediği cümleleri söylemekten kaçınmak. Bu tutum, düşünceli olmaktan ileri gelir. Dürüstlüğü çiğnemek anlamına gelmez.

Bu kadar zaman yanlış erkeklerin bir sürü olumsuz yanından bahsettim. Peki bu adamlara bu huylarına rağmen nasıl katlanıyoruz? Birkaç tane pozitif özellik, diğer tüm negatif özellikleri nasıl arka plana itebiliyor? Biraz da bunlardan bahsedeceğim.

Yanlış erkeklerin çoğunun kadınlarla ilgili kabarık bir dosyası vardır. Bu adamlar çapkındırlar, güncel halleri öyle olmasa bile çok hızlı oldukları bir dönem mutlaka olmuştur. Bir sürü kalp kırmışlardır, bir sürü kadının ilgisiyle egolarını tatmin etmişlerdir. Artık sevilmenin, şefkatin, kısa süreli ilişkilerden daha cazip geldiği döneme girdiklerinde, nihayet bir ilişkiye hazır olduklarını düşünürler. Kadınları nasıl etkileyeceklerini iyi bilirler, ilgi dozunu profesyonelce ayarlarlar. Bilirler ki çoğu kadın mıç mıç tavırlardan, aşırı ilgiden hoşlanmaz. İlginin üstünde olduğunu hissetmek ister; ancak tek seçenek o olmamalıdır. “Prince Charming” birçok yeterli ve nitelikli aday arasından kendisini seçmelidir. Bu da kadınların ego tatmin yöntemidir. Bu erkekler rollerini çok güzel oynar, bir şekilde bu kadının kalbini kazanır. Nihayet, ilişki başlar.

Yanlış erkek başlangıçta sizi “seçerek” sizi prenses gibi hissettirse de, ilişkinin kontrolünü eline aldığında sizi değersizleştirmeye başlayacaktır. Artık sizi elde etmiştir, bir yere gitmeyeceğinizi biliyordur. Kalbinizi, sevginizi kazanmıştır ve siz bu sevgi için birçok olumsuz detayı görmezden gelebilirsiniz. Söz konusu sevgiyse, paylaşımınız da sizin için son derece özeldir. Kahvaltı yapmak, yürüyüş yapmak, film izlemek, yemek yemek gibi günlük aktiviteler bile, bunları sevdiğiniz insanla yapıyorsanız size dünyanın en güzel etkinliğiymiş gibi gelebilir. Hayat paylaştıkça güzeldir. Hayat bir oldukça güzeldir. Ama yanlış erkeği sevmek, yanlış erkeğe tüm maneviyatınızı adamak, sizden en değerli varlığınızı alacaktır. Kendinizi. Taviz verdikçe değersizleşirsiniz. Affettikçe zayıflığınız artar. Özgüveninizi günden güne yok eden bu adam karşısında her geçen gün gerçek kimliğinizden uzaklaşırsınız. Ve gün gelir, kendinizi tanıyamaz hale gelirsiniz. “Ben ne yaptım? Tüm bunlara nasıl göz yumdum? Kendime bu saygısızlığı nasıl yapabildim?” soruları kafanızın içinde yankılanır.

Sevmek çok güzeldir. Sevilmek de öyle. Birlikte uyumak, güne birlikte başlamak, el ele tutuşmak, kokusunu içine çekmek, dudağından öpmek, sarılmak… Ne kadar güzel duygular bunlar. Yanlış erkekle bile olsa güzeldir, o güzel anlar aklınıza geldiğinde ürperirsiniz, belki yüzünüzde küçük bir tebessüm belirir. Ancak, sizi siz olmaktan uzaklaştıran, yolunuzdan alıkoyan her şey, tarihin eski sayfalarında yerini almalıdır. İlerlemek için geçmişin iplerinden kurtulmalıyız. Kendimizi gerçekleştirmek için, gerçekten kim olduğumuzu bulmak için, özgürlüğü, yaşamı derinden hissedebilmek için yapmalıyız bunu. Yeni bir sayfa her zaman iyidir. Hem belki yolculuğumuza eşlik edecek doğru insan bir gün karşımıza çıkıverir. Neden olmasın?

12 Ekim 2020 Pazartesi

Hayat ve Trajediler - 1

Merhaba!

Uzun zamandır bu kadar kısa aralıklarla blog yazısı yazmamıştım. Bu sıralar bir şeyler yazmak, içimdekileri kelimelere dökmek bir nevi terapi gibi geliyor. Kafamın içinde dönen düşünceleri organize ediyor olabilmekten hoşlanıyorum sanırım. Düzen bağımlılığım her konuda geçerliliğini sürdürüyor anlayacağınız.

Bu yazı ile yeni bir yazı dizisine başlamayı planlıyorum. Günlükvari serisinden farklı olarak, hayatımdaki gelişmelerden ziyade, hayat, insanlar, ilişkiler hakkındaki düşüncelerimi, kafamdaki soru işaretlerini sizlerle paylaşmak istiyorum. 

Bu sıralar bilmem kaçıncı kez Sex and the City izliyorum. Belki de Carrie Bradshaw'lığa soyunma hevesim bundan kaynaklandı. SATC'nin bendeki yerini yakın çevrem fazlasıyla bilir. İnanır mısınız, yaş aldıkça, bir şeyleri daha fazla gözlemledikçe ve deneyimledikçe, dizide geçen olayları çok daha iyi özümsüyorsunuz. Aslında yaşadıklarımız aşağı yukarı aynı şeyler, aynı duygular. Sevgiler, nefretler, hayal kırıklıkları, takıntılar, duygusal açlıklar, manevi ihtiyaçlar… Liste uzadıkça uzar. Aynı senaryolar farklı insanlar arasında defalarca kez yaşanıyor. Tıpkı dış görünüş olarak bire bir aynımızın olabilmesi gibi, hayatlarımızın kopyaları da dünyanın çeşitli yerlerinde mevcut. Ne kadar tuhaf değil mi?

Dün İzmir’deki en yakın arkadaşımla uzun bir yürüyüş yaptık. Bazen çok neşeli konular, bazense bir o kadar depresif ve göze umutsuz görünen konular hakkında konuştuk. Bence hayat karışık kuruyemişe benziyor. Eğer rastgele bir barda önüne konulan bir kabın içindeyse, içinde bolca leblebi ve diğer işe yaramaz şeyler vardır. Caju, antep fıstığı, badem yemek istiyorsan bir kuruyemişçiye gidip en iyisini kendin seçip almalısın. Peki söz konusu hayat olduğunda, bize sunulanı yeterli bulmalı mıyız? Yoksa her zaman daha iyisi için çaba mı göstermeliyiz? Bazen çabalamak kötü sonuçlar doğurabiliyor. Daha lezzetli kuruyemişi yiyebilmek için devam mı etmeliyiz, yoksa elimizdekiyle mi yetinmeliyiz?

Hepimizin olmasa da çoğumuzun gayet düzgün görünen, elle tutulur bir ilişkisi olmuştur. Bana göre uzun süreli ilişkilerde mutlaka bir taraf daha fazla seviyordur. Hatta belki de her ilişkide bu dinamik böyledir. Daha fazla seven tarafa göre her şey oldukça yolundadır. Peki daha az seven? Ara sıra yoklayan o yetersizlik hissi görmezden gelinmesi gereken bir şey midir? Bu doyumsuzluk mudur, yoksa uyumlu görünen beraberliğin arkasında gizlenen uyumsuzluktan mı kaynaklanır? Sevgi eşitsizliği bir problem midir, yoksa bir dinamik mi? Başınıza iyice Carrie Bradshaw kesildiğimin farkındayım. Ama bunların cevaplaması zor sorular olduğunun siz de farkındasınızdır diye düşünüyorum.

Hayatım hep “iste, emek göster, elde et” sıralamasıyla ilerledi. Çünkü eğitim odaklı bir ailede yetiştim, bu yaşıma kadar kariyerimi inşaa etmeye uğraştım. Robot gibi programlanmak maalesef ki insan ilişkileri için pek uygun bir yöntem değil. Bir sınavdan geçer not alır gibi insanlardan geçer not alamazsın. Zaman gerekir, doğru iletişim gerekir, güven gerekir ve her şeyden önemlisi karşınızdakinin size geçit vermesi gerekir. Bu kimi zaman çok kolay olur, sorunsuzca ilerler. Kimi zaman orta zorluktadır, biraz zaman ve biraz anlayışla karşılıklı bir bağ kurulur. Kimi zamansa imkansızdır. Ne yaparsanız yapın, o insanın duvarlarını aşamazsınız.

Yakın zamanda karşımdaki insanın duvarlarına çarptım. Derdim neydi? O duvarı geçtiğimde ne olacaktı? Fethetmeyi mi seviyordum, güvenilir, sevgiyi hak eden biri olduğumu mu ispat etmeye uğraşıyordum? Neden onun sevgisini kazanmak istedim? Bunlar gerçekten kompleks sorular. Bazen düşünceler içinde gezinirken beynimin acıdığını hissediyorum. Parankim dokusunun ağrısı hissedilmez diye anlatılır; ama sanki birisi beynimi hamur gibi yoğuruyormuş gibi geliyor, ne yapayım?

Bir insanı elde etmek istemenin altında yatan birçok faktör var. Bahsettiğim durum illa ki kadın-erkek ilişkisi olmak zorunda değil. Bir arkadaşlık olarak da düşünebiliriz. Öncelikle o insanı yanımıza yakıştırıyoruz. Onunla vakit geçirmekten keyif alıyoruz. Herkesin belirli filtreleri vardır. Benim önceliğim zekâ ve espri anlayışıdır. Aynı şeylere güldüğüm birini kesinlikle çevremde tutmak isterim. Peki bu insan hayatımızdayken, bizimle zaman geçirip sohbet ediyorken biz ne elde etmiş oluyoruz? Bunun düzenli olarak devam etmesi, karşılıklı sevgiye ve bağlılığa dönüşmesi neden önem arz ediyor? Bana göre maneviyattan ileri gelen bir durum. Çoğumuz sevmek istiyoruz. Sevgi görmek istiyoruz. Hayat sadece somut başarılarla sürdürülebilecek bir şey değil. Sevgi kaynaklarımız elbette ki farklı. Kimisi en büyük desteğini ailesinden alır, kimisi arkadaşlarından, kimisi sevgilisinden.

Ben güven duygusuna ihtiyaç duyuyorum. Paylaşmaya ihtiyaç duyuyorum. Anlaşılmaya ihtiyaç duyuyorum. Bunun yanı sıra karşımdakini anlamayı, aynı dilden konuştuğumuzu görmeyi de seviyorum. Hayatın güzellikleri insanlarla bir oldukça, sevdikçe, değer verdikçe ortaya çıkıyor diye düşünüyorum. Bu benim. Böyle biriyim. Etrafımda böyle olmamdan son derece memnun onlarca insan var. Onların sevgisiyle sarılmış haldeyim. Yanımdalar, fiziken yanımda olamasalar bile varlıklarını, desteklerini hissedebiliyorum. Ben gücümü bu güzel dostlukların beni sarıp sarmalamasından alıyorum; çünkü hayattaki en büyük yatırımım sevgi.

Geçmişimizde kalan, hatırlamaktan hoşnut olmadığımız zamanlar vardır. Yanlış seçimler, yanlış davranışlar, kurulan yanlış cümleler… Bana göre çıkarmamız gereken dersleri çıkardıysak, konu kapanmalıdır. Her geçen gün büyüyoruz, her geçen gün olgunlaşıyoruz, yeni bakış açıları ediniyoruz. Yeni hatalar da yapıyoruz ki, ileride bunlar üzerine düşünebilelim, onları da çözüp yolumuza devam edebilelim. Bu kadar optimist düşüncelere sahip olmama rağmen, egosal bir savaştan mı kaynaklanır bilinmez, bazı konularda kendimi affetmekte güçlük çekiyorum. Kendimi üst düzey mahkemede yargılıyormuşum gibi hissediyorum. Beni benim kadar acımasız eleştiren, üstüme gelen kimse yok aslında. Çünkü kimse beni, benim kendimi önemsediğim kadar önemseyemez. Kimse benim hayatımı yaşamıyor. Herkes kendi dünyasında. Yakın çevremiz dışındaki diğer tüm insanlar hayatımızda figürandan öteye geçemiyor. Aslında bu sancılı süreci biz yaratıyoruz, bir başkası değil.

Biraz konu değişikliğine gideceğim. Merkür retrosu başlıyormuş ve en çok etkileyeceği burçlardan biri benim burcum olan Akrep’miş. Bu dönemde geçmişi düşünüp hırslanmam, öfkelenmem bekleniyormuş. Enough with the tragedy! Astroloji bile yakamı bırakmıyor baksanıza.

Bu kadar çok şeyi yaşamak, düşünmek, çözmek zorunda mıydım? Kazandığımız veya kazandığımızı düşündüğümüz farkındalıklar bizi daha iyi bir yere mi götürüyor, yoksa hayatımızın dinamiğini mi bozuyoruz? Düşünmek yerine sadece yaşamak mı lazım? Son günlerde o kadar çok şey düşündüm, o kadar çok şey hissettim ki, 20 gün yoğun bakımda bilinçsiz bir şekilde uyusam kendime ancak gelirim herhalde. En iyisi biraz ara vereyim. Umarım yaptığım çıkarımlar beni güzel bir noktaya ulaştırır. Umarım boş yere çırpınmıyorumdur. Umarım benzer senaryolar tekrar yaşandığında tüm bunları unutup alışılagelmiş davranışlarımı sergilemem. 

Bir sonraki yazıda görüşmek üzere!

11 Ekim 2020 Pazar

Günlükvari 7 - Dinginlik

Herkese iyi pazarlar!

Güzel bir kahvaltı sonrası çayımı yudumlarken içimden blog yazısı yazmak geldi. Ben de hevesimi yitirmeden bilgisayarımı açıp yazmaya başladım. Tweetlerimden anlayacağınız üzere son zamanlarda pek iç açıcı günler geçirmiyorum. Aslında tamamen kötü de diyemem; çünkü senelerdir hayalini kurduğum olay tam da hayatımın en boktan günlerini yaşadığımı düşündüğüm dönemde gerçekleşti. Demek ki hayatın bir bildiği var. Seni önce dibe çekiyor, ya da kendin bile isteye dipte olmayı tercih ediyorsun, sonrasında bir kurtuluş yolu sunarak seni dengeye ulaştırıyor.

Yaşadığım onca olumsuzluğa rağmen gerçekten şanslı bir insan olduğumu düşünüyorum. İşler ne kadar ters gidiyor gibi görünse de, bir şekilde paçayı kurtarabiliyorum. Öyle ki, ben hareketliyim, ben tezcanlıyım, bir şeylerin olmasını beklemektense kendim gidip almayı tercih ederim. Bu demektir ki, ben yaşayarak öğreneceğim. Belki kulağa fazla cüretkâr bir tutum gibi geliyor ama öyle. Öyleyim. İçimden gelen dürüst olmak, içimden gelen açık ve net olmak. Oyunsuz olmak, yalansız olmak.

Kendime 2 ay boyunca işkence uyguladım. Yaşadıklarımdan ziyade hissettiklerim çok ağır geldi. Aslında kimse bana bir şey yapmıyordu, kendim çalıp kendim oynuyordum. Kimse üzerimde büyük oyunlar planlamıyor, kimse beni manipüle etmiyordu. Hatta kimse beni umursamıyordu desem yalan olmaz. Ben bütün duygularımı aldım, üstüne düşündüm, o duyguları filizlenmiş bir tohumdan olgun bir hasata dönüştürdüm. Büyüttüm, büyüttüm ve sonrasında o duygular kontrol edemeyeceğim boyuta ulaştı. Platonik aşka oldum olası meyilim vardır; ama bu yaşta yeniden yaşayacağım aklımın ucundan geçmezdi doğrusu. Platonik aşkın güzel yanı, içinde yaşarsın ve dışarıya belli etmezsin. O senin kendinle olan özelindir. Benimkisi içten içe karşılık bulma umuduna tutunarak içimde de kalamadı. Patladı gitti.

Kendimle ilgili çözmem gereken, bundan sonraki hayatıma taşımamam gereken şeyler var. Her gün bunlar üzerinde düşünüyorum. Kimi zaman olayı profesyonelce ele alabiliyorken kimi zaman da ruhsal bunalımların esiri olabiliyorum. Neticede beni iyileştirebilecek temel şey zaman. Durum tespitleri, mantıksal açıklamalar bir yere kadar. Zamana bırakıp, üzerinde daha az düşünmeye başladığında, hatta aklına geldiğinde kendinle dalga geçebilmeye başladığında artık atlatıyorsun demektir. Bu günlerin uzakta olmadığını biliyorum.

Hayatta neyi isteyip neyi istemediğimi biliyorum. Aslında bunu oldum olası biliyordum; ama bir süre gözlerimi kapatmak istedim. Çünkü merak ediyordum. Mantığım yüzünden yaşamayı reddedeceğim şeyler belki de hayatımda eksiklik yaratacaktı. Artık böyle bir konunun yaşayarak görmemem gereken bir şey olduğunu biliyorum. Hassas bir kalbim var. Ne kadar dirayetli görünsem de kaldırabileceklerim ve kaldıramayacaklarım var. Üstüne üstlük bir de öngöremediklerim vardı. Ben bu duyguları içimde büyütürken, karşımdaki insanın gerçek karakterinden bihabermişim. Meğer dürüst olan bir tek benmişim.

Bundan sonra kendim için doğru olan şeyleri yapmaya çalışacağım. Eğer duygularım beni yanlış yola sürüklüyorsa, bu sefer onların peşinden gitmeyeceğim. Hiçbir duygu, kişinin kendisine olan saygısından daha değerli değil. Kendime bunu hatırlatacağım. Ben sevgiye aşık biriyim. Sevmeyi seviyorum. Dostlarımı, ailemi, kedimi çok derinden seviyorum ve o sevgi bana huzur veriyor, beni hem dinginleştiriyor, hem de bana yaşam enerjisi veriyor. Artık yanlış insanları sevmek istemiyorum. Onlar benim için yanlışlar, onlar belki de herkes için yanlışlar. Ürettiğim o büyük enerjinin yere çakılışını görmek istemiyorum. Hak ettiği insana ulaşmayacaksa, hiç oluşmasın istiyorum.

Hayatımda yeni bir dönem başladı. Artık haftada bir gün bir mekânda sahne alıyorum. 2 yıl önceki blog yazımda, bu durumdan kurduğum küçük bir hayal olarak bahsetmiştim. O hayal nihayet gerçekleşti. İstediğim repertuarla, istediğim gibi bir yerde müzik yapıyorum. “Şu şarkıyı ekleyelim, bunu çıkartalım, bunu böyle çalalım, şunun şurasını böyle yapalım” gibi tatlı telaşlarım var artık. Diyafram nefesi ve ses egzersizleri çalışıyorum. Kolay kısılmaya meyilli bir sesim var. Yüksek sesle konuşmamdan, sesimi iyi kullanmamamdan kaynaklanıyormuş. Sigarayı bıraktım. Papatya çayı, zencefil çayı içmeye başladım. Diyafram nefesini günlük hayatıma da entegre etmeye çalışıyorum. Bana göre belirgin bir gelişme var. Umarım gösterdiğim bu özenle sesimi koruyabilirim.

Şarkı söylerken yaşadığımı hissediyorum. Dans ederken yaşadığımı hissediyorum. Bunlar beni hayata bağlayan şeyler. Tam da hayattan kopmaya başladığımı, artık bu kalp kırıklıklarına, bu hayal kırıklıklarına daha fazla tahammül edemeyeceğimi düşündüğüm dönemde bana öyle iyi geldi ki.

Benim kompleks olma, ulaşılamaz olma gayelerim yok. Kimine göre basitim, kimine göre karman çormanım. Bana göreyse yorgunum. Hiçbir şey için ekstra çaba sarf edemeyecek kadar yorgunum. Hayat beni alsın, götürsün bir süre. Düşünecek fırsat bile bulamayacağım günler içinde kaybolayım. Rutinin içine karışayım. Sonra beni usulca kıyıya bırakıversin, uzun süredir içinde olduğum sudan kendi isteğimle, kendi gücümle çıkayım. Biliyorum ki o zaman geldiğinde yeniden doğmuş gibi olacağım.

Herkese Merhaba!

Günlükvari 16 - Nihayet Bahar!