Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

12 Ekim 2020 Pazartesi

Hayat ve Trajediler - 1

Merhaba!

Uzun zamandır bu kadar kısa aralıklarla blog yazısı yazmamıştım. Bu sıralar bir şeyler yazmak, içimdekileri kelimelere dökmek bir nevi terapi gibi geliyor. Kafamın içinde dönen düşünceleri organize ediyor olabilmekten hoşlanıyorum sanırım. Düzen bağımlılığım her konuda geçerliliğini sürdürüyor anlayacağınız.

Bu yazı ile yeni bir yazı dizisine başlamayı planlıyorum. Günlükvari serisinden farklı olarak, hayatımdaki gelişmelerden ziyade, hayat, insanlar, ilişkiler hakkındaki düşüncelerimi, kafamdaki soru işaretlerini sizlerle paylaşmak istiyorum. 

Bu sıralar bilmem kaçıncı kez Sex and the City izliyorum. Belki de Carrie Bradshaw'lığa soyunma hevesim bundan kaynaklandı. SATC'nin bendeki yerini yakın çevrem fazlasıyla bilir. İnanır mısınız, yaş aldıkça, bir şeyleri daha fazla gözlemledikçe ve deneyimledikçe, dizide geçen olayları çok daha iyi özümsüyorsunuz. Aslında yaşadıklarımız aşağı yukarı aynı şeyler, aynı duygular. Sevgiler, nefretler, hayal kırıklıkları, takıntılar, duygusal açlıklar, manevi ihtiyaçlar… Liste uzadıkça uzar. Aynı senaryolar farklı insanlar arasında defalarca kez yaşanıyor. Tıpkı dış görünüş olarak bire bir aynımızın olabilmesi gibi, hayatlarımızın kopyaları da dünyanın çeşitli yerlerinde mevcut. Ne kadar tuhaf değil mi?

Dün İzmir’deki en yakın arkadaşımla uzun bir yürüyüş yaptık. Bazen çok neşeli konular, bazense bir o kadar depresif ve göze umutsuz görünen konular hakkında konuştuk. Bence hayat karışık kuruyemişe benziyor. Eğer rastgele bir barda önüne konulan bir kabın içindeyse, içinde bolca leblebi ve diğer işe yaramaz şeyler vardır. Caju, antep fıstığı, badem yemek istiyorsan bir kuruyemişçiye gidip en iyisini kendin seçip almalısın. Peki söz konusu hayat olduğunda, bize sunulanı yeterli bulmalı mıyız? Yoksa her zaman daha iyisi için çaba mı göstermeliyiz? Bazen çabalamak kötü sonuçlar doğurabiliyor. Daha lezzetli kuruyemişi yiyebilmek için devam mı etmeliyiz, yoksa elimizdekiyle mi yetinmeliyiz?

Hepimizin olmasa da çoğumuzun gayet düzgün görünen, elle tutulur bir ilişkisi olmuştur. Bana göre uzun süreli ilişkilerde mutlaka bir taraf daha fazla seviyordur. Hatta belki de her ilişkide bu dinamik böyledir. Daha fazla seven tarafa göre her şey oldukça yolundadır. Peki daha az seven? Ara sıra yoklayan o yetersizlik hissi görmezden gelinmesi gereken bir şey midir? Bu doyumsuzluk mudur, yoksa uyumlu görünen beraberliğin arkasında gizlenen uyumsuzluktan mı kaynaklanır? Sevgi eşitsizliği bir problem midir, yoksa bir dinamik mi? Başınıza iyice Carrie Bradshaw kesildiğimin farkındayım. Ama bunların cevaplaması zor sorular olduğunun siz de farkındasınızdır diye düşünüyorum.

Hayatım hep “iste, emek göster, elde et” sıralamasıyla ilerledi. Çünkü eğitim odaklı bir ailede yetiştim, bu yaşıma kadar kariyerimi inşaa etmeye uğraştım. Robot gibi programlanmak maalesef ki insan ilişkileri için pek uygun bir yöntem değil. Bir sınavdan geçer not alır gibi insanlardan geçer not alamazsın. Zaman gerekir, doğru iletişim gerekir, güven gerekir ve her şeyden önemlisi karşınızdakinin size geçit vermesi gerekir. Bu kimi zaman çok kolay olur, sorunsuzca ilerler. Kimi zaman orta zorluktadır, biraz zaman ve biraz anlayışla karşılıklı bir bağ kurulur. Kimi zamansa imkansızdır. Ne yaparsanız yapın, o insanın duvarlarını aşamazsınız.

Yakın zamanda karşımdaki insanın duvarlarına çarptım. Derdim neydi? O duvarı geçtiğimde ne olacaktı? Fethetmeyi mi seviyordum, güvenilir, sevgiyi hak eden biri olduğumu mu ispat etmeye uğraşıyordum? Neden onun sevgisini kazanmak istedim? Bunlar gerçekten kompleks sorular. Bazen düşünceler içinde gezinirken beynimin acıdığını hissediyorum. Parankim dokusunun ağrısı hissedilmez diye anlatılır; ama sanki birisi beynimi hamur gibi yoğuruyormuş gibi geliyor, ne yapayım?

Bir insanı elde etmek istemenin altında yatan birçok faktör var. Bahsettiğim durum illa ki kadın-erkek ilişkisi olmak zorunda değil. Bir arkadaşlık olarak da düşünebiliriz. Öncelikle o insanı yanımıza yakıştırıyoruz. Onunla vakit geçirmekten keyif alıyoruz. Herkesin belirli filtreleri vardır. Benim önceliğim zekâ ve espri anlayışıdır. Aynı şeylere güldüğüm birini kesinlikle çevremde tutmak isterim. Peki bu insan hayatımızdayken, bizimle zaman geçirip sohbet ediyorken biz ne elde etmiş oluyoruz? Bunun düzenli olarak devam etmesi, karşılıklı sevgiye ve bağlılığa dönüşmesi neden önem arz ediyor? Bana göre maneviyattan ileri gelen bir durum. Çoğumuz sevmek istiyoruz. Sevgi görmek istiyoruz. Hayat sadece somut başarılarla sürdürülebilecek bir şey değil. Sevgi kaynaklarımız elbette ki farklı. Kimisi en büyük desteğini ailesinden alır, kimisi arkadaşlarından, kimisi sevgilisinden.

Ben güven duygusuna ihtiyaç duyuyorum. Paylaşmaya ihtiyaç duyuyorum. Anlaşılmaya ihtiyaç duyuyorum. Bunun yanı sıra karşımdakini anlamayı, aynı dilden konuştuğumuzu görmeyi de seviyorum. Hayatın güzellikleri insanlarla bir oldukça, sevdikçe, değer verdikçe ortaya çıkıyor diye düşünüyorum. Bu benim. Böyle biriyim. Etrafımda böyle olmamdan son derece memnun onlarca insan var. Onların sevgisiyle sarılmış haldeyim. Yanımdalar, fiziken yanımda olamasalar bile varlıklarını, desteklerini hissedebiliyorum. Ben gücümü bu güzel dostlukların beni sarıp sarmalamasından alıyorum; çünkü hayattaki en büyük yatırımım sevgi.

Geçmişimizde kalan, hatırlamaktan hoşnut olmadığımız zamanlar vardır. Yanlış seçimler, yanlış davranışlar, kurulan yanlış cümleler… Bana göre çıkarmamız gereken dersleri çıkardıysak, konu kapanmalıdır. Her geçen gün büyüyoruz, her geçen gün olgunlaşıyoruz, yeni bakış açıları ediniyoruz. Yeni hatalar da yapıyoruz ki, ileride bunlar üzerine düşünebilelim, onları da çözüp yolumuza devam edebilelim. Bu kadar optimist düşüncelere sahip olmama rağmen, egosal bir savaştan mı kaynaklanır bilinmez, bazı konularda kendimi affetmekte güçlük çekiyorum. Kendimi üst düzey mahkemede yargılıyormuşum gibi hissediyorum. Beni benim kadar acımasız eleştiren, üstüme gelen kimse yok aslında. Çünkü kimse beni, benim kendimi önemsediğim kadar önemseyemez. Kimse benim hayatımı yaşamıyor. Herkes kendi dünyasında. Yakın çevremiz dışındaki diğer tüm insanlar hayatımızda figürandan öteye geçemiyor. Aslında bu sancılı süreci biz yaratıyoruz, bir başkası değil.

Biraz konu değişikliğine gideceğim. Merkür retrosu başlıyormuş ve en çok etkileyeceği burçlardan biri benim burcum olan Akrep’miş. Bu dönemde geçmişi düşünüp hırslanmam, öfkelenmem bekleniyormuş. Enough with the tragedy! Astroloji bile yakamı bırakmıyor baksanıza.

Bu kadar çok şeyi yaşamak, düşünmek, çözmek zorunda mıydım? Kazandığımız veya kazandığımızı düşündüğümüz farkındalıklar bizi daha iyi bir yere mi götürüyor, yoksa hayatımızın dinamiğini mi bozuyoruz? Düşünmek yerine sadece yaşamak mı lazım? Son günlerde o kadar çok şey düşündüm, o kadar çok şey hissettim ki, 20 gün yoğun bakımda bilinçsiz bir şekilde uyusam kendime ancak gelirim herhalde. En iyisi biraz ara vereyim. Umarım yaptığım çıkarımlar beni güzel bir noktaya ulaştırır. Umarım boş yere çırpınmıyorumdur. Umarım benzer senaryolar tekrar yaşandığında tüm bunları unutup alışılagelmiş davranışlarımı sergilemem. 

Bir sonraki yazıda görüşmek üzere!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Herkese Merhaba!

Günlükvari 16 - Nihayet Bahar!