Merhaba!
Uzun zamandır bu kadar kısa aralıklarla blog yazısı
yazmamıştım. Bu sıralar bir şeyler yazmak, içimdekileri kelimelere dökmek bir
nevi terapi gibi geliyor. Kafamın içinde dönen düşünceleri organize ediyor
olabilmekten hoşlanıyorum sanırım. Düzen bağımlılığım her konuda geçerliliğini
sürdürüyor anlayacağınız.
Bu yazı ile yeni bir yazı dizisine başlamayı planlıyorum. Günlükvari serisinden farklı olarak, hayatımdaki gelişmelerden ziyade, hayat, insanlar, ilişkiler hakkındaki düşüncelerimi, kafamdaki soru işaretlerini sizlerle paylaşmak istiyorum.
Bu sıralar bilmem kaçıncı kez Sex and the City izliyorum. Belki de Carrie Bradshaw'lığa soyunma hevesim bundan kaynaklandı. SATC'nin bendeki yerini yakın çevrem fazlasıyla bilir. İnanır mısınız, yaş
aldıkça, bir şeyleri daha fazla gözlemledikçe ve deneyimledikçe, dizide geçen
olayları çok daha iyi özümsüyorsunuz. Aslında yaşadıklarımız aşağı yukarı aynı
şeyler, aynı duygular. Sevgiler, nefretler, hayal kırıklıkları, takıntılar, duygusal
açlıklar, manevi ihtiyaçlar… Liste uzadıkça uzar. Aynı senaryolar farklı insanlar
arasında defalarca kez yaşanıyor. Tıpkı dış görünüş olarak bire bir aynımızın
olabilmesi gibi, hayatlarımızın kopyaları da dünyanın çeşitli yerlerinde
mevcut. Ne kadar tuhaf değil mi?
Dün İzmir’deki en yakın arkadaşımla uzun bir yürüyüş yaptık.
Bazen çok neşeli konular, bazense bir o kadar depresif ve göze umutsuz görünen
konular hakkında konuştuk. Bence hayat karışık kuruyemişe benziyor. Eğer rastgele
bir barda önüne konulan bir kabın içindeyse, içinde bolca leblebi ve diğer işe
yaramaz şeyler vardır. Caju, antep fıstığı, badem yemek istiyorsan bir kuruyemişçiye
gidip en iyisini kendin seçip almalısın. Peki söz konusu hayat olduğunda, bize sunulanı
yeterli bulmalı mıyız? Yoksa her zaman daha iyisi için çaba mı göstermeliyiz? Bazen
çabalamak kötü sonuçlar doğurabiliyor. Daha lezzetli kuruyemişi yiyebilmek için
devam mı etmeliyiz, yoksa elimizdekiyle mi yetinmeliyiz?
Hepimizin olmasa da çoğumuzun gayet düzgün görünen, elle
tutulur bir ilişkisi olmuştur. Bana göre uzun süreli ilişkilerde mutlaka bir taraf
daha fazla seviyordur. Hatta belki de her ilişkide bu dinamik böyledir. Daha fazla
seven tarafa göre her şey oldukça yolundadır. Peki daha az seven? Ara sıra
yoklayan o yetersizlik hissi görmezden gelinmesi gereken bir şey midir? Bu doyumsuzluk
mudur, yoksa uyumlu görünen beraberliğin arkasında gizlenen uyumsuzluktan mı
kaynaklanır? Sevgi eşitsizliği bir problem midir, yoksa bir dinamik mi? Başınıza
iyice Carrie Bradshaw kesildiğimin farkındayım. Ama bunların cevaplaması zor
sorular olduğunun siz de farkındasınızdır diye düşünüyorum.
Hayatım hep “iste, emek göster, elde et” sıralamasıyla
ilerledi. Çünkü eğitim odaklı bir ailede yetiştim, bu yaşıma kadar kariyerimi
inşaa etmeye uğraştım. Robot gibi programlanmak maalesef ki insan ilişkileri
için pek uygun bir yöntem değil. Bir sınavdan geçer not alır gibi insanlardan
geçer not alamazsın. Zaman gerekir, doğru iletişim gerekir, güven gerekir ve
her şeyden önemlisi karşınızdakinin size geçit vermesi gerekir. Bu kimi zaman
çok kolay olur, sorunsuzca ilerler. Kimi zaman orta zorluktadır, biraz zaman ve
biraz anlayışla karşılıklı bir bağ kurulur. Kimi zamansa imkansızdır. Ne yaparsanız
yapın, o insanın duvarlarını aşamazsınız.
Yakın zamanda karşımdaki insanın duvarlarına çarptım. Derdim
neydi? O duvarı geçtiğimde ne olacaktı? Fethetmeyi mi seviyordum, güvenilir,
sevgiyi hak eden biri olduğumu mu ispat etmeye uğraşıyordum? Neden onun
sevgisini kazanmak istedim? Bunlar gerçekten kompleks sorular. Bazen düşünceler içinde
gezinirken beynimin acıdığını hissediyorum. Parankim dokusunun ağrısı hissedilmez
diye anlatılır; ama sanki birisi beynimi hamur gibi yoğuruyormuş gibi geliyor,
ne yapayım?
Bir insanı elde etmek istemenin altında yatan birçok faktör
var. Bahsettiğim durum illa ki kadın-erkek ilişkisi olmak zorunda değil. Bir arkadaşlık
olarak da düşünebiliriz. Öncelikle o insanı yanımıza yakıştırıyoruz. Onunla vakit
geçirmekten keyif alıyoruz. Herkesin belirli filtreleri vardır. Benim önceliğim
zekâ ve espri anlayışıdır. Aynı şeylere güldüğüm birini kesinlikle çevremde
tutmak isterim. Peki bu insan hayatımızdayken, bizimle zaman geçirip sohbet
ediyorken biz ne elde etmiş oluyoruz? Bunun düzenli olarak devam etmesi,
karşılıklı sevgiye ve bağlılığa dönüşmesi neden önem arz ediyor? Bana göre
maneviyattan ileri gelen bir durum. Çoğumuz sevmek istiyoruz. Sevgi görmek
istiyoruz. Hayat sadece somut başarılarla sürdürülebilecek bir şey değil. Sevgi
kaynaklarımız elbette ki farklı. Kimisi en büyük desteğini ailesinden alır,
kimisi arkadaşlarından, kimisi sevgilisinden.
Ben güven duygusuna ihtiyaç duyuyorum. Paylaşmaya ihtiyaç
duyuyorum. Anlaşılmaya ihtiyaç duyuyorum. Bunun yanı sıra karşımdakini
anlamayı, aynı dilden konuştuğumuzu görmeyi de seviyorum. Hayatın güzellikleri
insanlarla bir oldukça, sevdikçe, değer verdikçe ortaya çıkıyor diye düşünüyorum.
Bu benim. Böyle biriyim. Etrafımda böyle olmamdan son derece memnun onlarca
insan var. Onların sevgisiyle sarılmış haldeyim. Yanımdalar, fiziken yanımda olamasalar
bile varlıklarını, desteklerini hissedebiliyorum. Ben gücümü bu güzel dostlukların beni sarıp sarmalamasından
alıyorum; çünkü hayattaki en büyük yatırımım sevgi.
Geçmişimizde kalan, hatırlamaktan hoşnut olmadığımız
zamanlar vardır. Yanlış seçimler, yanlış davranışlar, kurulan yanlış cümleler… Bana
göre çıkarmamız gereken dersleri çıkardıysak, konu kapanmalıdır. Her geçen
gün büyüyoruz, her geçen gün olgunlaşıyoruz, yeni bakış açıları ediniyoruz. Yeni
hatalar da yapıyoruz ki, ileride bunlar üzerine düşünebilelim, onları da çözüp
yolumuza devam edebilelim. Bu kadar optimist düşüncelere sahip olmama rağmen, egosal
bir savaştan mı kaynaklanır bilinmez, bazı konularda kendimi affetmekte güçlük
çekiyorum. Kendimi üst düzey mahkemede yargılıyormuşum gibi hissediyorum. Beni benim
kadar acımasız eleştiren, üstüme gelen kimse yok aslında. Çünkü kimse beni,
benim kendimi önemsediğim kadar önemseyemez. Kimse benim hayatımı yaşamıyor. Herkes
kendi dünyasında. Yakın çevremiz dışındaki diğer tüm insanlar hayatımızda
figürandan öteye geçemiyor. Aslında bu sancılı süreci biz yaratıyoruz, bir
başkası değil.
Biraz konu değişikliğine gideceğim. Merkür retrosu
başlıyormuş ve en çok etkileyeceği burçlardan biri benim burcum olan Akrep’miş.
Bu dönemde geçmişi düşünüp hırslanmam, öfkelenmem bekleniyormuş. Enough with
the tragedy! Astroloji bile yakamı bırakmıyor baksanıza.
Bu kadar çok şeyi yaşamak, düşünmek, çözmek zorunda mıydım? Kazandığımız veya kazandığımızı düşündüğümüz farkındalıklar bizi daha iyi bir yere mi götürüyor, yoksa hayatımızın dinamiğini mi bozuyoruz? Düşünmek yerine sadece yaşamak mı lazım? Son günlerde o kadar çok şey düşündüm, o kadar çok şey hissettim ki, 20 gün yoğun bakımda bilinçsiz bir şekilde uyusam kendime ancak gelirim herhalde. En iyisi biraz ara vereyim. Umarım yaptığım çıkarımlar beni güzel bir noktaya ulaştırır. Umarım boş yere çırpınmıyorumdur. Umarım benzer senaryolar tekrar yaşandığında tüm bunları unutup alışılagelmiş davranışlarımı sergilemem.
Bir
sonraki yazıda görüşmek üzere!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder