Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

26 Mart 2018 Pazartesi

Güzellik Algısı, Sağlıklı Yaşam Üzerine

Merhaba! Farkında olmadan blog yazılarıma biraz ara vermişim. Hem de bu kadar boş yaptığım bir dönemde. Kendime hiç yakıştıramadım açıkçası. Siz değerli okuyucularımı inanılmaz dolu içeriklerimden mahrum bırakmak istemem (şaka). Birkaç gündür yazayım artık bir şeyler diyordum ama ne hakkında yazacağımı bulamadım. Nihayet kendime yazacak bir konu bulunca hız kesmeden yazayım dedim. 

Konumuz sağlıklı yaşam, güzellik, bakım, görsellik falan filan. Hiçbir konuda bilirkişi olmadığımı, yalnızca kendi görüşlerimi ifade ettiğimi vurgulamak istiyorum başlamadan önce. Kendimce edindiğim tecrübelerim, gözlemlediğim insanlar var bu konularda. Eh, artık herkes bedenine değer vermeye, hayat önceliklerini sağlığına ve dış görünümüne göre belirlemeye başladı. Hepimizin ortak paydada buluşabildiği bir konu bu sanırım. Ben bölüm bölüm incelemek istiyorum bu konuları. Haydi yavaştan başlayalım.
Öncelikle fazla kilolar, sağlık problemleri, spor, bunlar hakkında konuşalım. Her zaman olduğu gibi yine kendimden örnekler vereceğim. Ben obeziteye yatkın bir insan değilim. Düşündüm, taşındım, kendimi gözlemledim, böyle olduğuna karar verdim. Bunu deyip sonra obez oluyormuşum. Allah korusun. Neyse, yani demem o ki, benim anlattıklarım bölgesel fazlalıkları olup eritemeyen insanlara hitap edecek. Santral (karın bölgesi) yağlanması olan, yediğine dikkat etmesine rağmen kilo veremeyen insanlar biraz şanssız grupta. Ben nispeten şanslı gruptayım, çünkü metabolizmam hızlı çalışıyor. Yediğimden kısar, spor da yaparsam kilo verebiliyorum.
Spora ilk yazıldığımda (sene 2015) 63 kiloydum. Boyum 1.68. Fazla kilom özellikle iç bacak ve popoda birikiyor. Neyse başladım, haftada 2,3 gün gitmeye çalışıyorum. 2-3 ay böyle devam ettim, ama asla kilo vermiyorum. Çünkü yediklerime zerre dikkat etmiyordum. Spor çıkışı hamburger falan yiyordum. Sonra dedim ki ulan ben salak mıyım, bu işe baya emek veriyorum ama sonuç alamıyorum. Gerçi vücudum bir toparlanmıştı, şekillenmişti ama kilo aynı kilo. Dedim diyet yapayım. Bir ay kadar dikkat ederek 59 kiloya düştüm. Sonra yaz geldi, intörnlük başladı, sporu bıraktım. Yememe içmeme hiç özen göstermedim; ama kilo da almadım. Kışa kadar spora parmakla sayılabilecek kadar az gittim. Şubat ayı gibi tekrar bir gaza gelip, spor sürecini yaşam stili haline getirdim. Kesinlikle iyi besleneceğim, spora da düzenli gideceğim dedim. Abur cuburla aram zaten yok, vücudumdaki fazlalıklar tamamen ana yemeği fazla kaçırmanın eseri. Porsiyonlarımı azalttım, öğle yemeklerinde salata yedim, tatlıyı tamamen bıraktım. Muz yiyordum tatlı olarak. Şubat-haziran arası süreçte 53 kiloya indim. Karın kaslarım falan çıkmıştı hey gidi. Spordan da ciddi anlamda keyif alıyordum. Görsel olarak kendinize hitap etmeye başladığınızda gerçekten iyi hissediyorsunuz. Yıllarca bunun kompleksini yaşamış, kendisiyle barışamamış bir insan olarak bunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Kilo verme serüvenimi kısaca anlattıktan sonra, neden kendimizi beğenmiyoruz, neden bu konuda özgüvensiziz biraz bundan bahsetmek istiyorum. Hani diyorlar ya bir güzellik algısı dayatılıyor, kadınlar kendilerine dayatılmış muhteşem fiziğe kavuşmaya çalışıyor, psikolojiler yıpranıyor vesaire. Bundan bahsetmeden önce dipnot olarak şunları söyleyeyim: Öncelikle, kilosunu kendine dert etmeyen, vücudundan memnun olan bir insanı rahat bırakmak gerekiyor diye düşünüyorum. Sağlık problemi olmadığı sürece, fazla kilosu normal sınırı aşmayan ve kendisini zayıfken beğenmeyen insanlar nasıl mutlularsa öyle yaşasınlar. Kimse kusursuz olmak zorunda değil neticede. Benim gibi vücudunu beğenmeyip, pantolon denerken sinir krizlerine giren, aynada sürekli “Şu bacak gitse aah ah” diyen insanlara da acilen diyet ve spor öneriyorum. Hayıflanmak yerine harekete geçin. Eğer olmuyorsa yeterince denemediğinizdendir emin olun. Biraz önce bahsettiğim şanssız gruptakiler, yani dikkat etse dahi kilo veremeyenlere de aynı şeyi söyleyeceğim. Deneyin arkadaşlar. Neden bırakıyorsunuz ki? Elbet o zinciri kıracaksınız diye düşünüyorum. Ki ideal kilonuza varamasanız bile, spor yapmamış halinizden kat kat sağlıklı olacaksınız.
Evet, özgüven meselesine tekrar dönecek olursak, bu konu kişisel nedenlere dayanıyor diye düşünüyorum. Kişinin karakteriyle direkt olarak ilişkili. Başkalarının onun hakkında ne düşündüğüne fazlaca takılan, ya da benim gibi görsel takıntısı tamamen kendinden kaynaklanan insanlar dış görünümü yüzünden kendini hırpalayabiliyor. Oysa insanın iyisiyle, kötüsüyle vücudunu kabullenmesi gerekiyor. Ben bunun için şöyle telkinlerde bulunuyorum kendime: “Tamam, vücudunun bu bölgesi istediğin gibi değil, ama burası da çok güzel. Güzel şeylere de sahipsin. Onları düşün ve kendinle biraz olsun barış.”

Kilo problemim olduğu dönemde hem kendimden nefret ediyor, hem de hiç umursamadan vücuduma uygun olmayan kıyafetler giyiyordum. Daha doğrusu giyiyormuşum, bunu seneler sonra fark ettim. Asla gizlemeye çalışmamışım kilolarımı. Kısacık şortlar giymişim, mevcut popomu 2 kat büyük gösteren yüksek bel pantolonlar tercih etmişim. Neden böyle bir dışavurum sergilediğimi tam olarak çözemedim. Hani kilolarından bu kadar şikayetçi olan bir insan, fazlalıklarını daha kamufle edici şekilde giyinebilirdi aslında. Demek ki benim sorunum gerçekten kendimleymiş, insanların “Ulan bu götle bu giyilir mi” demesini hiç umursamamışım. Üzgünüm ama ben sokakta vücuduna uygun olmayan bir kıyafet giymiş birini gördüğümde ister istemez eleştirel yaklaşıyorum. “Hiç olmuş mu ya” diye düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi. Oysa beni ne ilgilendirir değil mi? Kişi nasıl mutluysa öyle giyinmeli. Bütün bunları düşünüp yorumlarken kendimi de eleştirip sorguluyorum gerçekten. Neden bu kadar takıntılıyım? Neden her şey göz zevkime uygun olmalı? Neden bu kusursuzluk algısı hayatımı şekillendiriyor? Bu sağlıklı mı?

Örneğin televizyonda gördüğümüz oyuncular bu konuda büyük baskı altında. Biraz kilo alsınlar, balık etli bilmem ne diye başlık atıveriyorlar. Annem dışında kimse fiziğime eleştirel yaklaşmadı ama o bile yetiyordu bana. Düşünsenize binlerce insanın hakkınızda ahkâm kestiğini. Kilo vermen lazım diye oyunculara mesaj atıyorlar, insanları taciz ediyorlar. Gerçekten ünlü olmak aşırı sağlam bir psikoloji gerektiriyor, bunu bir kez daha anladım.
Aslı Gürbüz, ona gelen bu tarz bir mesajı ifşa etti geçtiğimiz günlerde. Kadın senelerce diyet yapmış, kilo vermeye uğraşmış ama netice alamamış. Vücudunu olduğu gibi kabullenmiş, kendisiyle son derece barışık. Ama gelen mesaj o kadar itici ki, sinirlenmiş haliyle. “Tatlım şu kiloları da versen diyorum” gibi bir şey yazmış kadının biri. Aşırı sinir bozucu.

Bir de body positivity akımı var, bu sene çok popülerdi. Onlar da şişman seviciliğe kaydılar bence. İşin dengesini tam anlamıyla tutturamadıklarını düşünüyorum. Hepinizin az çok duyduğu Berraque var bu konuda sık sık paylaşımlar yapan. Kızın blogundan birkaç yazı okudum, genellikle en son okuduğu ve aklına yatan bilgileri mutlak doğruymuş gibi anlatmış. Bir ara ketojenik beslenme popülerdi hatırlarsınız, kız bu konuyu yazmış, harika bir diyet şöyle böyle diye kaynaklarla süslemiş püslemiş. Şu an ketojenik beslenmenin çok zararlı olduğu konuşuluyor mesela. Fikirlere körü körüne bağlanmaya her konuda karşı bir insan olduğum için, kendisine de tamamen hak veremiyorum o yüzden. Kilolu ve “kusurlu” fotoğraflarını paylaşıp, altına uzun uzun yazılar yazıyor. Bu yazılardan çıkacak sonuç, kitlesini gerçekten pozitif mi etkiliyor emin olamıyorum. Hitap ettiği kitle genel olarak fazla kilolu/obezler çünkü. Sorunlarımızla, kusurlarımızla barışmalıyız evet, ama kilo denilen şeyi kabullenmek bana göre sağlıklı değil. Fazla kilolarla her zaman mücadele etmeliyiz, ama psikolojimizi yıpratmadan, kendimize zarar vermeden yapmaya çalışmalıyız bunu. Spor yapın, hareketli olun, oturmayın, gibi sloganlar daha etkili olabilir diye düşünüyorum. Diğer taraftan bunun da bokunu çıkaranlar var. "Yemeyin! Az yiyin! Tutun midenizi! İradeli olun!" gibi sert söylemlerle insanları gaza getirmeye çalışıyorlar. Bir kere bu üslup herkese iyi gelmez. Kişiyi anoreksiya/blumiaya kadar sürükleyebilir. O yüzden beslenmeyle ilgili kesinlikle daha yapıcı konuşulmalı diye düşünüyorum. Diyet konusuna da alternatif ara öğünler düşünülmeli, porsiyon azaltılmaya çalışılmalı gibisinden yaklaşılmalı bana göre.
Evet bize dayatılmış, popüler bir vücut algısı var. İnce bel, nispeten geniş kalçalar, incecik, uzun bacaklar. Birçoğu, genetik mirasımız şanslı olmadığı sürece sahip olamayacağımız özellikler bunlar. Hayatım boyunca uzun bacaklılara imreneceğim mesela. Ama öyle olmak zorunda değilim, değiliz. Kendimizi bunun için yıpratmanın hiçbir anlamı yok. Bedenimizi kendimize göre yorumlayıp, optimum fiziğimize ulaşmak için çaba gösterebiliriz sadece. Öteki türlüsü gereksiz yıpranma olur. Sosyal medyada gördüğümüz o popüler fotoğraflar, insanları komplekse sokuyor, kendini yetersiz hissettiriyor. Halbuki o fotoğrafı paylaşan kişi de benzer duygular içinde. Fotoğrafa photoshop yapıyor, bacakları uzatıp, beli inceltip daha da mükemmel olmaya çalışıyor. Bella Hadid VS defilesindeki fotoğrafını photoshoplayıp paylaşmıştı mesela. Bu normal mi? Herkes kafayı yedi, kompleks arşa çıktı resmen.

Haydi hepimiz kendimizle barışalım. Ben gerçekten deniyorum. Negatif bir şey varsa, pozitifi ön plana çıkarmaya çalışıyorum. Hayat görsel takıntılı olmak için çok kısa. Bu takıntıyı aşmak, kendini sevebilmekten geçiyor. Kendinizi sevebilmek için biraz efor sarf ederseniz gerisi gelecektir. Sanırım bugün anlatacaklarım bu kadar. Bir sonraki yazımda görüşmek üzere!

16 Mart 2018 Cuma

Mesleki Yazı

Selamlar! Günler sonra gerçek anlamda hissettiğim huzurla, içimdeki pozitif enerjiyi size de yansıtacağım bir yazı yazmayı planlıyorum. Konu meslektaşlarımı ilgilendiriyor. Bu nedenle diğer meslek grubundaki takipçilerimden özür diliyorum. Yoo dilemiyorum. Yani okumamanızı önerebilirim sadece. He merak ediyorsanız okuyun tabii.

Bildiğiniz üzere dün Tus açıklandı. Puanımı kesin ve net görmeden, atıp tutuyormuş gibi konuşmak istemediğim için, daha önceden yazmayı planladığım bu yazıya başlamak için sınavın açıklanmasını bekledim. Düşünsenize geniş geniş “Abiee tus kolay yaa, kafada bitiyo” diyip kötü bi puan alıyormuşum falan. Zaten sonuçlar açıklanana kadar kafamda bütün felaket senaryoları mevcuttu. Gerçekten anksiyete bozukluğum olduğu resmileşti artık. Eğer his sandığım duygular gerçek olsa “Bak içime doğmuş işte” diyecektim ama hiçbiri şükürler olsun ki gerçekleşmedi. Demek ki bu altıncı his olayına fazla kapılmamak lazım. Kafadaki sağlıksız düşünceleri susturmayı en azından denemek lazım.

Sınav sonucumun screen shot’ını alıp paylaşmak istemedim. Gerçekten umursadığım insanlarla sevincimi yaşamak bana yetiyor. Fazla sivrilip dikkat çekmek de istemiyorum. Zaten aşırı aşırısı yüksek bir puan da almadım. Ama diliyorum ki bu puanla hayallerime ulaşacağım.

Öncelikle bilmeyenler için 6.5 aylık Tus serüvenimi başından anlatmak istiyorum. Neler yaşadığımı tweetlerimden az çok biliyorsunuz zaten. Ama gerçekten yol göstermek, yardımcı olmak istediğim insanlar var ve onlar için yazıyorum bu yazıyı. Benim bu süreçte örnek aldığım, umutlarımı bugünlere taşımamı sağlayan insanlar oldu. İstiyorum ki kafasında bu sınavı tabu olarak gören insanlara biraz moral ve motivasyon sağlayayım. Bırakmasınlar, pes etmesinler ve başarsınlar.

Yalansız dolansız ve net rakamlarla konuşacağım. Ders çalışmaya başladığım tarih 7 Ağustos 2017. Sınava 20 gün vardı ve rezil olmak istemiyordum. İntörnlüğümde 2 kez Patoloji 1, 1’er kez Fizyoloji 1 ve 2, 2 kez Dahiliye 2 kitaplarını okumuştum. Offlinelarımı da ders çalışmaya başlamadan kısa süre önce tamamlayabilmiştim. Kitaplarım tamamen doluydu. Kadın doğumun ve farmakolojinin bir kısmını arkadaşımdan geçirdim, bunlar dışında hepsini kendim doldurdum. Farmakoloji’yi Tusdata’ya gitmeme rağmen Tusem’den, İhsan hocadan dinledim. Onun da yarısını dinleyebildim işte. Sonra kamp ses kaydını dinledim de, ona sonra gelicez.

Neyse ben 20 günde Fizyo-1,2, Pato-1, Biyokimya-1,2’yi bir kez okuyup girdim. Sınavdan da 45 aldım. Evet tus çalışmamış bir insan için çok da utandırmayacak bir puandı. Sınav beni ders çalışmak için motive etti, çünkü daha 1 kez okumuş olmama rağmen birçok soruyu yakalayabilmiştim. Dedim ki ben bu işi yaparım. Bu özgüveni oluşturdu bünyemde. Klinikle ilgili zaten hiçbir fikrim yoktu. İçimden geldiği gibi yardırdım orada. Salladım da salladım. Zaten temelde de klinikte de 52, 53 doğru gibi sonuçlar geldi. Dedim Allah artırsın.

Sınavdan sonra tatile gitmiştim. 10-12 gün kadar ders çalışmadım, sonra derse geri döndüm. İlk okumamı bir an önce bitirmek istiyordum. 4 Kasım’da ilk okumam bitti. Önce temel (anatomi ve farmakoloji hariç), sonra klinik okudum. Kadın doğum, küçük stajları da okudum. Eleme yapmadım.

Sıralamamı yazıyorum; ama bana göre ilk okumanın sıralamasının bir önemi yok.

Fizyo-1,2
Pato-1
Biyokimya-1,2
Pato-2
Mikrobiyoloji-1,2
Dahiliye-1,2,3
Genel Cerrahi-1,2
Pediatri-1,2,3
Anatomi
Farmakoloji 
Küçük Stajlar-1,2
Kadın Doğum 

sıralamasıyla okudum. 7 Ağustos’ta başlayan ilk okumam 4 Kasım’da bitti. Benim hedefim bundan sonrasında kampa kadar 2 tekrar daha yapmaktı. İkinci okumama başladığımda bunun gerçekçi olmadığını anladım. Çünkü gerçekten unutuluyordu ve öyle hayalimdeki gibi 3 günde 2 kitap bitirme falan yoktu. Fizyo-1 yine 4 günümü aldı. Fizyo-2, 3 günümü aldı. 7 günde Fizyolojiyi bitirebilmiştim yani. “Ee nasıl olacak bu iş?” diye düşünerek hayatımın en büyük depresyonuna giriş yaptım. Resmen hayallerim suya düştü. Zaten Ağrı’ya atanmıştım, müstafi olmayı başından kafaya koymuş olmama rağmen yine de sarsıldım. Tüm arkadaşlarım göreve başlayacaktı, sik gibi kaldım affedersiniz. Günlük yazmaya başladım. Kendimi motive etmeye çalıştım. Bu arada denemelerim 46, 47 falan gibi geliyordu. E sokam böyle yaşayışa. Ne zaman yükselecek lan bu denemeler? İşte tam bu süreçte bir tıkanmışlık, bir düğümlenme oluyor. Önünüzü göremiyorsunuz. Süre kısıtlı, kendinize inancınız yerlerde, bir yere gidiyorsunuz ama kesinlikle nereye varacağınız hakkında hiçbir fikriniz yok. Benim başından beri uç nokta bir hedefim yoktu. Ben dahiliye istiyorum. Ege ve Dokuz Eylül Dahiliye benim iki majör hedefim. Tabii o zamanlar Ağustos Tusu daha açıklanmamıştı, 63-64 gibi bir puan alsam daha ne isterim diyordum. Sonra köpek gibi yükseldi puanlar.

Neyse biraz depresyonumu azalttım, ders çalışmaya tekrardan adapte oldum. Kendime dedim ki, tamam belki kampa kadar 3 kez okumuş olamayacağım; ama 2. okumamı o kadar güzel yapacağım ki, kampta ölüm vuruşuyla halledeceğim bu işi. Nitekim öyle yaptım. Kamp 30 ocakta başlıyordu ve 4 kasım’dan 30 Ocak’a kadar 2. okumamı ancak bitirebildim.

Sıralamam önce temel, sonra klinik şeklindeydi. Bu sefer farmakoloji ve anatomiyi de diğer temellerle birlikte okudum. En kötü iki dersimdi bunlar. Ve birine 12, birine 13 gün ayırdım. Dedim ben sizi çok iyi çalışıcam. İkisine de defter yaptım. Yazarak çalıştım. Öyle kutsal bir bilgi kaynağına dönüşmüşlerdi ki, yemin ederim kampta bile hocaların önemli, çıkar dediği ilaçların %95’i benim defterimde zaten mevcuttu. Bu güncelliği de deneme çözerek sağladım. Öncelikle öğrenciyken depoladığım denemelerimi branş branş çözdüm. Fizyoloji mi okudum, alıp 10 küsür denemenin bütün fizyo sorularını peş peşe çözdüm yani. TTS çözmedim. Günceli takip ettim. Örneğin gelmesi beklenen bilgiler, yeni denemelerde soru olarak soruluyor. Ben onları kitaplarıma not alıp yıldızladım. Aynı bilgi kampta bir kez daha karşıma çıktığında onun da tekrarını yapmış oldum. Çünkü kampta bir sürü yeni bilgi duyuyorsunuz. Önemli olan duymak değil, daha önce duymuş olduğunu kalıcılaştırmak. Eğer verilen tüm bilgiler akılda kalsa zaten herkes çok yüksek puanlar alır. Doping merkezi gibi bir yer orası. Harika bir bilgi kaynağı, ama o bilgiye hazır olan kişiye yönelik bilgiler bunlar.

Tusta klinik çözmeyi öğrenmek diye bir nokta var. Bunun için Tusdata’nın Dahiliye soru kitabını aldım, kitabın %40’ını falan çözebilmişimdir, ama yaklaşımı kavramam için yeterli oldu diyebilirim. Aralık 15’te uzun zaman sonraki ilk denememi çözdüm. Henüz Anatomi’nin ikinci okumasını yapmamıştım. Tustime’ın denemesiydi, 54 geldi. İnanamadım. İlk defa 50 üzerinde bir puan almıştım ve doğru yolda olduğumu anladım. O kadar iyi hissettim ki kendimi, anlatamam. Bir şeyi 5 kez okumak tabii ki harikadır, ama bir şeyi iyi okumak da onun kadar iyi olmasa bile yeterliye yakındır. O bilmem kaç tekrar gerekli tabularını bu sayede kırdım. Dedim sizin amınıza koyim beni ne kadar korkuttunuz bu sınavla ilgili. Okuyunca oluyormuş işte. Neyse, ayın 21’inde Tusdata’nın denemesi vardı. Anatomi okumaya başlamıştım ama daha yarısında falandım. Buna rağmen anatomiden iyi bir net yaptım, puan 57 geldi. Dedim Sinem oluyor bu iş. Temeli bitirip, kliniğe başladım. Dahiliye 1, gerçekten konu ağırlığı açısından ağır giren bir kitap. Ben hep branş değiştirdiğimde depresyon atağı geçiriyorum zaten. Temelden kliniğe, klinikten temele geçişler benim için hep zor oldu. 5 günde falan bitirdim kitabı. Zaten bahsettiğim dahiliye soru kitabını, bu kitapları ikinciye okuduğumda çözdüm. İlk okumamı yaparken sadece deneme çözüyordum, o da branş branş değil, haftada 1 tamamını çözecek şekilde. İkinci okumamda başladım o branş çözümlerine.

Klinik okumam kamptan bir gün öncesine kadar devam etti. Kadın doğumu ikinciye okumadım ama küçük stajları okudum. Bu arada 21 Ocak’taki Tusdata denemesinden de 58 aldım. Yani kliniği 1 ay okuyunca bu sefer temel biraz unutuldu, ama klinik yükseldiği için puanım değişmedi. Veee kamp başladı. Rabbiimmm sarsıldım. Yemin ediyorum inanılmaz bir kafa bu kamp kafası. Ben kesinlikle ve kesinlikle herkese öneriyorum. Harika bir oluşum, değerlendirmesini bilene muhteşem bir yer. Paramın her kuruşunun hakkını verdiğimi düşünüyorum. Dikkat dağınıklığı problemim var, sağ olsun tıptaki hocalar benim gibi harika bir ders dinleyicisini 6 senede uyuşturmayı başardı. Lisedeyken o kadar iyi ders dinleyen bir öğrenciydim ki, beni bu hale getiren, eğitim, öğretimden bihaber olup ders anlatan sevgili akademisyenlerimize burdan selamlarımı iletiyorum. Başka şeyler de iletmek istiyorum ama neyse. Derse odaklanmak için en önde oturdum o yüzden. Başka türlü uykum geliyordu ya da dalıp gidiyordum.

Dün sevgili rektörümüz Tus dershanesi için gereksiz demiş. Ha ha ve ha diyorum kendisine. Ben o adamlarla var oldum. Sizin yetersiz eğitiminizle değil. Slaytları okuyarak geçip, F9 ezberletmekle, yani saçma sapan öğretim yöntemlerinizle bu sınav kazanılmıyor. Bana göre doktor bile olunmuyor hatta. Fakültemiz belki Türkiye ortalamasına göre başarılı görülebilir tıp eğitimi konusunda. Eminim ki beterin de beteri vardır evet. Ama asla ve asla övünülecek bir eğitimimiz olduğunu düşünmüyorum. Dershane hocalarının, sizin bize aylarca öğretemediğiniz bilgileri 2 günde öğrettiklerini gördük. Evet belki temelimiz fakültede oluştu. Ama birçok ders çok daha iyi anlatılabilirdi, kavratılabilirdi diye düşünüyorum. Dershane gereksiz diye atıp tutmaktansa, öğrenciye nasıl verimli, akılda kalabilecek şekilde dersler anlatabiliriz, gelecek yıllara hafızalarında hangi bilgiler mutlaka ve mutlaka yer edinmeli telaşına düşmenizi isterdim. Ama maalesef gördüm ki, akademik camiada gelecek nesli gerçek anlamda önemseyen hocalarımızın sayısı gerçekten az.

Evet dershane gerçekten paragöz bir oluşum. Tusdata’dan da pek hazettiğim söylenemez. Ama bu adamlar işlerini gerçekten özenli ve düzgün yapıyorlar. Hocalar inanılmaz kaliteli, özverili, aldığı parayı sonuna kadar hak eden insanlar. Zaten 1980’li yıllarda değiliz, dershane gereksiz muhabbeti bu devirde yapılacak bir şey değil. Gülüp geçmek lazım, ama yine de bir kez daha yazmak istedim. Dershane çok önemli bir şeydir, tus mutlaka olması gereken bir sınavdır, fakülteden mezun olduğumuzda elbette ki güzel kazanımlarla çıkıyoruz okuldan; ama bunlar asla ve asla yeterli değil.

Ne diyorduuuk, kamptaydım en son. Kampın iliğini kemiğini sömürdüm, müthiş bir efor gösterdim. Akşam yurda geldiğimde de günün tekrarını spotlardan, ya da kamp kitabının arkasındaki sorulardan yaptım. Duruma göre değişti. Ama hepsinin tekrarını yaptım diyebilirim. Kampın son 2 gününe gitmeyerek İhsan Hoca’nın Ağustos kamp ses kaydını dinledim. Hocam ses kaydında dedi ki, alınabilecek en kötü puan 65. Ne yazacağını bilemiyorsun, dahiliye için yüksek, kbb için düşük. Arada kalıyorsun işte dedi. Ve ben 65 aldım shjdhjf. Baya gülmüştüm dinlerken. Hemen de başıma gelsin hıhıı. Yolun başındayken bu puanı alabileceğimi düşünmüyordum evet, ama kamptayken gözüm daha bile yükseklerdeydi. Ege dahiliye 70’le kapatınca, Yök kadroları sınırda olunca mecburen hedefim yükseldi yani. Dedim şöyle bir 68 gelse de en azından Dokuz Eylül’ü garantilesem. O kadarı nasip olmadı ama ben bu hayallerle, bu kararlılıkla, vazgeçmemekle, pes etmemekle bugünlere geldim. 45 olan puanımı 65’e yükselttim. Kamptan önceki son deneme sonucumu 7 puan yükselttim. Kafama koymuştum, 8 puan yükseltecektim aslında. Çünkü kampa yazılırken kadın öyle demişti. 8 puan rahat yükseltirsin. Hee tamam dedim. Sürekli kafamda tekrarladım bunu. Çok doğal bir şeymiş gibi, zaten kampta 8 puan cepte dedim. Evet kampta puan yükseltemeyen, ya da 3-4 puan yükseltebilenler oldu. Ama ben yükselttim işte. Herkes yapacak diye bir şey yok, ama yapılamayacak diye bir şey de yok. Ben bunu göstermiş oldum kendime de, çevreme de.

Umarım sınava çalışanlar için faydalı bir yazı olmuştur. Güzel dilekleriyle, temiz kalpleriyle sürecin başından beri yanımda olan herkese çok içten teşekkür ediyorum. Pozitif enerjiyle, kararlılıkla, başarının yüksek ihtimalle geleceğini söylemek istiyorum. Evet aksilikler olabilir, ama büyük ihtimalle olmayacak. Pozitife odaklanmak, kötü düşüncelerden sıyrılmak zor gelse de denenmeli. Sürekli kendi kendine tekrarlanmalı bazı cümleler. Şimdi başınıza çakra açan hoca kesildim farkındayım, ama ben bunları uyguladım. Yazdım, sesli söyledim, arkadaşlarıma söyledim, anneme söyledim. Kampta söyledim. Umudum var, yükselteceğim dedim. Deneme sonucum 50’nin üstüne çıktıktan sonra kararlılığım tavan yapmıştı. O zamana kadar loserı oynuyordum evet. O yükselişi yaşayınca zaten gerisi kendiliğinden geliyor. Zor bir süreç, gerginlik, ruh hali instabilitesi, her türlü psikolojik sorunla karşılaşabileceğiniz bir dönem. Sınav olalı neredeyse 1 ay oldu, hala daha tam anlamıyla normale döndüm diyemem. Ama döneceğim. Bu süreci geçirip kurtulacağız değerli arkadaşlarım. Umarım bu yola girmiş, tüm emeğini ortaya koymuş herkes hak ettiğini elde eder. İnşallah ben de istediğim yere girerim ya. Nolur gireyim çünkü.
Sanırım anlatacaklarım bu kadar. Bir sonraki yazımda görüşmek üzere!

10 Mart 2018 Cumartesi

Boş ve Beleş


Merhabalar!
Enerjik bir cumartesi öğleninden hepinizi selamlıyorum. Enerjik dediğim de tamamen havanın güzelliği, bende bir halt yok yani. 3 gün önce sağ alt yirmilik dişime elveda dedim, yarı şiş suratımla hayata tutunmaya çalışıyorum anlayacağınız. Prosedür beklediğimden daha rahat geçti ama şu tipim de bir düzelse fena olmayacak. 
Hâlâ Antalya’dayım. Yok arkadaş ben iyice aylaklığa vurdum işi, üstüne bir de diş çektirme olaylarına girince kıçım kımıldamaz oldu. Bir süredir kuzenimde ikamet ediyorum. Köşe koltuklu bir odayı bana ayırdılar, habitat belledim kalkmıyorum asla. Hani onlar bekliyor ki sabah uyanayım, yatağım bir toplansın, koltuk dizaynına geri dönsün falan. Yok. Sabah kalkıp bir şeyler atıştırdıktan sonra gerisin geri dönüyorum oraya. Gündüz uykuları uyuyorum, dizi izliyorum, arada bir şeyler okuyup bırakıyorum, instagramda, twitterda geziniyorum, akşam oluyor arkadaşlarımla çıkıyorum. Oha ben bildiğin dream life’ı yaşıyorum! Allah’ım bitmesin, bitmesin bu rüyaaa. Rabbimmm boş beleş yaşamak ne kadar güzelmiş! Hani yaz tatili uyuşukluğu vardır ya, keyiften ziyade sıkıcılaşmaya başlamıştır artık. Bence bu aylaklık sürecini eğer kış-ilkbahar döneminde yaşıyorsanız daha bir keyfi çıkıyor. Ben hayatımda ilk defa bu aylarda boşum sanırım. Geçen sene intörndüm, ondan önceki seneler öğrenci. Şu an ise hiçbir şey değilim! HAHAHA! Eğer bir aksilik çıkmazsa 5 gün sonra sınav açıklanıyor. Artık daha sakinim bu konuda. Ay bunu dememle birlikte kalbimin atışları hızlandı, iyi ki sakinim he.
Neysseee ne konuşayım ben bugün? Artık yaz gelsin bence. Evet bunu konuşmak istiyorum. Hayatı çekilebilir kılan yegâne şeylerden biri havanın güzel olması bana göre. Ya kışın neresini seviyorsunuz gerçekten anlamıyorum. Uyanıyorsun, yarrak kürek bir hava. Sabah mı gece mi belli olmayan, insanı bunalıma sürükleyen negatif yüklü iğrenççç bir oluşum. Oysa yaz öyle mi? Gözlerini güneşe açmak, güne başlamayı kolaylaştırıyor bir kere. Şu an burada öyle güzel bir hava var ki, deniz manzarası eşliğinde tertemiz Antalya havasını soluyarak, bir roman yazıyormuşum gibi triplere giriyorum mesela. Oysa yazımın derinliği sıfır.

Twitterda sonuçları beni kahreden bir anket yapmıştım. Üşümek mi daha kötü, sıcaktan bunalmak mı diye sordum. Çoğunluk sıcaktan bunalmak dedi. Buna hala inanamıyorum. İnanmak istemiyorum da. Plsss yazcı kardeşlerim arkamda olun, yazı yaşatalım. Meselaaaa, şu an aylardan temmuz olsa, tatilde olsak, denizden çıkıp güneşin altına yatsak, soğuk içeceğimizi yudumlasak, insta storyleri gözden geçirsek, whatsapp gruplarında dedikodu yapsak, akşam olsa şıkır şıkır giyinip sokağa çıksak, eğlencenin dibine vurup gönlümüzce dağıtsak SORUYORUM FENA OLMAZ MIYDI? Allah’ım bir cümleyle Şeyma Subaşı’nın daily routine’ini özetledim. Ühühühühü ağlıyorum şu an. Ben ömrümü tamamen böyle geçirmek istiyorum. Böyle her şeyi bırakıp dünya turuna çıkan hesaplardan birkaçını ben de takip ediyorum. Ama aklımda hemen herkesin düşündüğü “NEREDEN GELİYOR BU PARA?” sorusu belirdiği için adamların keyiflerine ortak olamıyorum. Bir çift var mesela severek takip ettiğim, Gezgin Çobanlar adında. Bu çift işlerinden istifa edip, düğünlerinde takılan altınları bozdurup dünya turuna çıkmış. 1 seneye yakın gezdiler sanırım. Türkiye’ye döndüler, heh dedim paraları bitti herhalde. İşlerine geri dönerler, tekrar şehir hayatı yaşamaya başlarlar falan. Yok arkadaş, adamlar aksine Türkiye’yi de bir turladılar, şimdi yine yurtdışına çıkmışlar. Afrika’yı geziyorlar. Ya bence o altınların bitmiş olması lazımdı. Acaba bağış mı yapıyorlar bu çifte “Gezin gezin, bizim yerimize de gezin biz öderiz” diye? Gerçekten inanılmaz sempatikler, ama dediğim gibi ben işin finansal yönünü düşünmekten konuya odaklanamıyorum. Ben de isterim sürekli tatil modunda olayım, hiçbir sorumluluğum, aidiyetim olmasın falan. Ama gerçekle bağdaşmıyor işte. Param biter benim. Biter yani herkesin biter. Bir kız daha var mesela, ona bayaa saygı duyuyorum. Kız sinema bölümü okumuş, bitirince dünya turuna çıkmış ama aynı zamanda hostellerde çalışıp parasını kazanıyor. Hem de tek başına yapıyor bunu. Ege Başaran ismi de. Valla ben tek başıma, özellikle de uzakdoğu ülkelerinde barınamam gibi geliyor. Nedense o coğrafya beni korkutuyor. En çok korktuğum ülke de Hindistan. Sanki bizim ülke iyi bir bokmuş gibi, oranın tecavüzü, hırsızlığı vs beni turist olarak gezme isteğinden tamamen alıkoyuyor. Güya dünya turu yapmak istiyorum ama görmek istediğim ülke sayısı 3 falan. Sjhdjskd Bu mesele için sanırım biraz fazla elitim. Hele Afrika ülkeleri! Ya korkutmak gibi olmasın ama ben orada bir böcek/sinek beni ısıracak diye anksiyeteye girerim. Ne kadar aptal saptal canlı varsa hepsi oralarda. Yol açtıkları hastalıklar da gerçekten korkunç. No anam no! Beni L.A.’ya falan yollayın pls. Kokteylimi yudumlarken ünlü görebilme umuduyla milleti dikizleyeyim.

Ee ne diyorduk, yaz tatili kurgulamıştım şöyle en güzelinden. Ya ben ağustos tusundan sonra İzmir’e gittim, hala etkisinden çıkamadım. Alaçatı’da kaldık bir hafta kadar. Daha önce gitmiştim ama bu kadar tadını çıkarmamışım. Geceli gündüzlü her türlü etkinliğe katıldık. Etkinlik dediğim de ünlülerin geldiği happy hour’lar bilmem neler. Ya millet nasıl eğleniyormuş bunca sene. Güya turizm cenneti Antalya’da 6 sene yaşadım, böyle güzel eğlence anlayışı görmedim. Yani herkese hitap etmeyebilir ama ben clubber bir şahıs olduğum için tam anlamıyla bana göre bir tatildi. Bu bizim Antalya’daki beach club’ların bir kendine gelmesi lazım. Sadece şezlong kiralayıp birkaç bira içmekle eğlenilmiyor yani. Denize gir çık zaten bir olayı yok. Eğlence sektörünün bir el atması lazım bu duruma. Zenginlik ne güzel bir şey ya. Ama ben orantılı zenginlikten yanayım. Her şeyi elde edebildiğin seviyeye vardığında keyfi çıkmıyor. Doymuşluk hissini sevmiyorum. Ben güzelliklere aç olmaktan yanayım. Ve bu aralar kapitalizmin kölesiyim. Biz ablamla gerçekten mütevazi yetiştirildik, annem falan inanılmaz tutumlu bir kadındır mesela. Ama şu sıra bir salmışlık, bir rahatlama ihtiyacı var üstümde. Hani prenses gibi yaşamak istiyorum. Şımartılmak istiyorum. Hayatın tadını çıkarmak istiyorum. 6 ayda kendimi nasıl baskılamışsam, bütün yaşama dürtülerim pik yaptı. YAŞATIN BENİ KÖPEKLERRR.
Bugün bir kitaba başladım. Adı “Bir Psikiyatristin Gizli Defteri”. Bir Genç Kızın Gizli Defteri diye bir kitap vardı, İpek Ongun’un. Aklıma o geldi. Herhalde tamamını okumuştum. Zaten beni günlük tutmaya bu seri başlatmıştı. Ahh Serra’cığımı pek bir severdim. Şimdi düşününce epey cheesy kitaplarmış. Yani değişik bir durum. Yazarsın, topluma hitap ediyorsun, başta beklentileri karşılayıp takdir görüyorsun. Ama okurunun yaşı ilerledikçe seni beğenmemeye başlıyor. Ben önceden yazarları kusursuz, mükemmel insanlar olarak görürdüm. Kitap yazmış düşünsene! Şimdi şey geyiği yapmiyim, off herkes de kitap yazıyor. Yazan yazsın bana ne. Tek derdim, kitabı çıkan bir insan kendi ürününe karşı özensiz davranmasın. Okuduğumda anlatım bozukluğu ya da mantık hatası yakalamamalıyım mesela. Önceden böyle bir durumdan bahsedebilir miydik? Okuduğumuz kitaplarda hadi belki birkaç kelime yanlış yazılmış olabilirdi ama anlam bütünlüğünün olmaması, tutarsızlık falan bunlar gerçekten kabul edilebilir değil. Düşünsene editör bile siklememiş kitabı, yazarın kendisi zaten o ayrıntıları yakalayabilecek kapasitede değil. Ben bu blog yazılarını bile yazdıktan sonra 2 kez okuyorum, beğenmediğim yerleri düzeltiyorum falan. Millet bir de bu işten para kazanıyor ama özen ve emek yerlerde. Öyle aklından geçeni yazıp geçiyor. Yazmak isteyen istediği konuda yazsın amaaa bir kez daha vurgumuzu yapalım, güzelce yazsın. Şimdi diyormuşsunuz ki  sen de bokum gibi yazıyorsun. Shdkjsd eyvallah kardeşlerim.

Ben biraz dizi izlicem. Yazımı saçma ve amaçsız bulduysanız haklısınız. Gerçekten saçma ve amaçsızdı. Ama internet gezintilerimizin tamamı böyle olduğu için, bir 10 dk bu yazıyı okusanız çok da bir şey kaybetmezsiniz diye düşünüyorum. Hepinize iyi haftasonları diliyorum.

5 Mart 2018 Pazartesi

Uzun Ara

Ben gel diiim!
Hem de çok sevgili Antalya’mdan sesleniyorum sizlere. Deliler gibi, çılgınlar gibi, bir CAMIŞ gibi yatıyorum. Eh, artık hak etmiştim değil mi ama?
23 günlük kamp serüvenim ve akabinde girdiğim TUS’tan sonra atladım uçağa, Antalya’ya geldim. Türbe gezer gibi ya da daha doğru bir tabirle ifade etmem gerekirse bir göçebe gibi yaşıyorum günlerdir. Ayıptır söylemesi biz buralıyız, yani halam, kuzenlerim falan burda yaşıyor. Çekirdek ailem de öyle Zonguldak’ta yaşıyor. Ne çeşit enayilikse. Ya da kader diyelim. Neyse. Zaten can ciğer bebeksu bir sürü arkadaşım da var. İşte bir aile tayfasında, bir de arkadaşlarımda kalıyorum. Dönmeye hiç niyetim yok. Bana kalsa sonsuza dek kalırım canım Antalya’mda. O kadar tanıdık, o kadar bebiş hissettiriyor ki bu şehir. Şimdi aklınızdan geçenleri az çok tahmin ediyorum. Uzmanlıkta Antalya’yı yazacak mıyım? Sınavım nasıl geçti? Hangi bölümleri düşünüyorum? Valla içinde bulunduğum bu evre için işin en zevkli kısmı derlerdi ama ben yine anksiyeteler, manyak düşünceler falan derken kendime zindan ettim bir miktar. Neyse son iki gündür maşallah iyiyim. Öğlene kadar uyumalara geri döndüm. 7’de kalkıyordum YEDİDE. Uyandığım yer de Ankara anasını satayım. Hani tamam gerçekten güzel bir muhitteydim haksızlık etmiyim, ama yine de soğuk bir sabaha, günde 12 saat ders dinleyip kafanın amcık kıvamına erişeceği bir ders oluşumuna tam 23 gün gitmek. Zordu tabii ki. Ama iyi ki gittim diyorum. Evde akıl hastanesine kapatılabilirdim gitmemiş olsam.

NEYSEEEE O GÜNLER GERİDE KALDI DİYELİM. Şimdi ara ara gelen çarpıntı ataklarıyla sınav sonucunu bekleme vakti. Bu sınava hazırlanmış herkes için ortak dileğim şudur: “Hak ettiysen gani gani karşılığını al kardeşim. Çalışmadıysan da az kenara çekil, çalışmış olan kazansın”
Şimdieeee, yavşak yavşak yazacağım arkadaşlar kimse kusura bakmasın. Ağzım yüzüm kaya kaya yazıcam. Hiçbir ciddiyeti kaldırabilecek durumum yok. Sabbbahhhtan akşama kadar P!NÇ izliyorum bir kere. Oğuzhan Uğur olan ciddiyetimi de alıp götürdü. Ya tam aşık olacaktım ki bilenler bilir göbek adım platodur benim. Öğrendim ki boyu kısaymış… Üzgünüm Oozhan bey beni kaybettiniz diyomuşum, adama şu an top class karılar yürüyor ben kimim ki jdskddj

Ya bu adamı neden sevdim biliyo musunuz, adam konuşkan, çenebaz. Ama boş yapmıyor. Tecrübelerinden güzel dersler çıkarmış, güzel analiz etmiş hayatını. İnsanlara da faydası dokunuyor bence. Yalnız, hayatımın benden yaşça büyük erkekleri beğenme fazına umarım geçmemişimdir. Yaşıtlardan umudu kestiysek ayvayı yedik yani o zaman. Çünkü ben yaş farkına biraz karşı bi insanım. Herkesin en iyi yaşıtıyla anlaşacabileceğini düşünüyorum. Hele arada bariz bir yaş farkı varsa, birlikteliğin sebebi cinsellikmiş gibi geliyor. “Ne paylaşıyorsunuz ki yani?” diye düşünüyorum hemen. Ben mental birlikteliğe çok önem veren bir insanım. Kafamın uyuşmadığı, aynı şeylere gülmediğim biriyle olamam. Zaten bir süre sonra ortak dil geliştirmiş, her konudan sizi birleştiren noktaya varabilmiş oluyorsunuz. Güzelliği de burada bence.
Şimdii aradığım kriterleri bir bir sayıyormuşum shdjsk. Şaka şaka. Ya şimdi hayat öyle bir şey ki, bir engel oluyor önünde, onu aşana kadar gözün hiçbir şey görmüyor. Aşınca da, ay artık bi etrafıma bakam, kısmet var mı yok mu tribi. Eeeeee genciz yani biz de delikanlıyız diyomuşum sndjksjd. Napam şimdi Antalya’ya gelmişim. Ders mers bitmiş geride kalmış. Tüm gün youtube’de video izliyom. Arkadaşlarla çıkıyom herkes manitiyle. Normalde bu tribe de asla girmem çünkü ben senelerin sapıyım yani kapının kolu bile sevgilisiyle gelir ben yine yalnız olurum bu da nasıl bir benzetmeyse artık. Ne bilem artık sıkılmışım atraksiyon istiyom galiba. Atraksiyon beni bul (yarrağıma buldu)

Ben burda çok özel olmayan ama herkesin gülebileceği ne anlatabilirim diye düşünüyorum şu an. Hani her an bokunu çıkarıp zevzekleşebilirmişim gibi geliyor. O sınava hazırlanan, multidisipliner Sinem gitti, oda sıcaklığında erimiş, kabına yabışmış çikolata kıvamında Sinem geldi. Yazdığım yazının da bir ciddiyeti kalmadı yani. Ne için başladım, şu an nerdeyim, nereye bağlayacağım hiçbir fikrim yok. 5 saattir aynı koltukta umarsızca yatıyom. Yazı da umarsızca yazılmaya devam ediyor işte. Neyse ben biraz sınav sonrası girdiğim triplerden bahsedem bari.
Arkadaşlar ben 6 aydır insan görmüyom. Bu yalan ya da abartı değil. Toplamda evden çıkma sayım 10 falandır bu süreçte. Doğum günümde, yılbaşında falan çıktım. Bir de birkaç evrak işinde falan. Hani hapishaneden çıksam bu kadar olurdu sanırım. Ankara’ya kampa gittim, aşşırı işlek bir caddede her gün yürüyorum. 7. Cadde yani gizem de yaratmaya gerek yok. Böyle insanlarla göz göze geldiğimde dik dik bakıyorum niye bakıyorlar acaba diye. Sanki ben bir ucubeyim de, herkesin gözü üzerimdeymiş gibi. Böyle şüpheci ve psikopat bir ruh hali içindeyim. “BANA NEDEN BAKIYORLAR?” bu soruyu Antalya’da arkadaşıma da sordum. “Bir anormalliğim mi var neden herkes bana bakıyor?” Kız diyor ki kanki normalde de böyle bakıyorlardı da sen farkında bile olmuyordun. Normal bir süzme bu yani diyor. Size yemin ederim insan görmeyince böyle oluyormuşsunuz. Işıklar caddesi lan. 2 milyon kez yürümüşümdür orda. Tek başımayım kulaklığı takmışım, müzikle de iyice tribe girdim. İşte bu süreçte yaşadıklarım, bunalımlar şu bu derken klip çekiyorum resmen sokakta. Hareketlerim, tavırlarım değişti. Sanki reji arkamdan beni takip ediyor. Ulan ben ciddi anlamda bu dönemde kafayı sıyırmadıysam bir daha sıyırmam diye düşünüyorum. Bu anlattıklarımdan yola çıkacak olursak sizce delirmiş miyim? Tşkler bence de delirmedim. Delirdiysem de olur o kadar. Oturun çalışın bakalım nasıl oluyormuş? Yaaa öyle kolay değil o işler.

Hazır kendi kendime yükselişler yaşamaya başlamışken, biraz da şu Milli Kütüphane işsizlerine giydirmek istiyorum. Kampın son 2 ders gününe katılmayıp Milli Kütüphane’de ders çalıştım. Normalde benim tarzım değildir kütüphanede çalışmak. Evde köpeklemeyi severim ben. Ama yine aynı saatte uyanmam, disiplinli bir periyotta çalışmam gerekiyordu, o yüzden 2 gün boyunca ordaydım. Amına kodumun şovmenleri doldurmuş etrafı. Kimse ders çalışmıyor (tus tayfa hariç) Ulan siz neden mevcutsunuz? Niye varsınız falan diye deliresim geldi. Kardeş kusura bakmayın bu tıpçı egosu boşuna oluşmuyor. Tamam bile isteye yazdık. Ama arada bu kadar uçurum olduğunu bilseydim sikseler yazmazdım ya. Kıskançlığım tavan yaptı. Siz, diğer bölümlerde okuyanlar, bu çalışmanıza çalışma mı diyorsunuz gerçekten? Biz bizimkine fuhuş diyelim o zaman. Amk yanıma bir kız geldi en az 2 saat aralıksız uyudu ya. Kızın fotosunu çekip arkadaşıma gönderdim “Bu orospu saatlerdir uyuyo sikicem belasını” diye. Gerçekten iyi bir ruh halinde olduğumu iddia etmiyorum, hatta ne iyi hali, delirmenin kıyısındaydım lan ben. Oraya iki sohbet muhabbet için gelen, sigaraya çıkıp duran, haha hihi kahveler anasının amı derken akşam eden tipleri görünce rabbim sen beni neyle sınıyorsun dedim. Daha da nelerle sınayacak Allah bilir. Şu hayatta doktorların eli öpülecek kardeşim. Her doktorun değil belki ama benim eforumun eli öpülmeli bundan %100 eminim. Geri basssssssss pls.
Eee bağırdım çağırdım konu bitti. Böyle sert bitirmeyek ama yazıyı ya içime sinmedi. Ne kadar da yufka yürekliyim. Hee ben size nereyi yazacağımı falan söyleyecektim. Arkadaşlar ben dahiliye yazacağım. Başından beri hedefim de buydu. Sevgili üniversitem yök kadrosu açmamış, ben de sağlık bakanlığı yazamıyormuşum. Ya bu konuyla ilgili ayrıntılı bilgi sahibi biri varsa bana ulaşsın kardeş. Yok hayır öyle değil aslında falan diyorsanız buyrun konuşak. Neyse benim zaten hedefim İzmir de, Antalya da yedekte olsa iyi olurdu yani. Durumum biraz belirsiz çünkü. Kalbi benimle olan caaanım dostlarımın duasıyla İzmir’e gideceğim inşallah. Buna inanıyorum. Dahiliye olmazsa da alta nöro möro bişiler yazarım herhalde. Eeee artık şehri ben seçiyorum. Umarım şehir de beni seçer. Seç beni İzmir ben tam sana göreyim. Valla bak. Birbirimize iyi gelicez bence. İnancımı yitirmedim. Tostumu yedim bekliyorum İzmir. (Dualara yükleeennnnn)

Bundan sonra daha dolu içeriklerle karşınızda olurum umarım (yoo olmam) Ya instagrama o kadar saydırdım, hayvanlar gibi gömdüm, şimdi sıkıntıdan devamlı refresh. Meğersem insanlar çok sıkılıyormuş, ulan benim sıkılmaya vaktim mi oldu? Ama şimdi var hahahahaha. Canlı yayınlara dönsem mi diyorum, şarkı falan söylüyordum ya. Ama işte çok ağır giydirdim r yapamıyorum. Sinsy gibi timelineda geziniyorum şimdilik. Belki soundcloud fln o tarz şeylere bakarım. Bir meşgale bulacağız mecbur. Haydi bitiriyorum yazıyı. Hoşçakalın!!

Herkese Merhaba!

Günlükvari 16 - Nihayet Bahar!