Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı
17 Ekim 2020 Cumartesi
Hayat ve Trajediler 2 - Yanlış Erkek
Başlıktan anlayacağınız üzere, bugünkü yazımda kadınların kanayan yarası olan yanlış erkek seçimiyle ilgili naçizane görüşlerimi paylaşacağım. Kim bu yanlış erkekler? Neden yanlışlar? Kapılıp gitmesi neden bu kadar cazip? Haydi bu soruların yanıtlarını birlikte bulalım.
Öncelikle yanlış erkeklerin sahip olduğu ve olamadığı özelliklerden bahsetmek istiyorum. İlk konu: değer vermek. Yanlış erkek size değer vermez. Değer veriyorsa bile kendi bencil normlarına göre, kendi istediği şekilde değer veriyordur. Bu da bana göre değer vermek olmuyor. Kendinizi değersiz hissettiğiniz her an bunu sorgulayın derim. “Bu insan beni ne kadar önemsiyor? Benim beklentilerime ne kadar karşılık veriyor? Beni ne kadar anlıyor ya da anlamak istiyor?” Değer veren insan, karşısındakini anlamak için çaba gösterir. Anlıyormuş gibi davranıp rol yapmaz. Hele ki kendisinden hiç taviz vermek istemeyen biri, ikili ilişkilerin insanı değildir. Yalnız olmalıdır ve zaten o da bunu seçmiştir.
Yanlış erkek dürüst değildir. Bazıları dürüst görünmeye çalışır, hatta epey de başarılı olur. Kimisi de açık sözlü görünen tavırlarının altında gerçek karakterini gizliyor olabilir. Peki kandırıldığımızı nasıl anlarız? Aşkın gözü gerçekten kör müdür, yoksa kör olmayı biz mi seçeriz? Bazı kadınlar peri masalında gibi yaşıyor. Kendilerine yarattıkları dünya gerçeklikten o kadar uzak ki, kış uykusunda gibi takılıyorlar. Sadık zannettikleri eşlerinin vukuatlarını biz bile duyuyorken onlara göre her şey toz pembe, her şey kusursuz, her şey mükemmel. Acaba aldatıldıklarını tahmin ediyorlar mı? Yoksa akıllarının ucundan bile geçmiyor mu? Erkekler gerçekten iyi yalancılar mı, yoksa biz mi kolay inanıyoruz? Bana göre olay şöyle: Bir kadın bir erkeği sevdiğinde, benliğinden bir parçayı ona armağan ediyor. Ona kalbinin en değerli ürününü, sevgisini veriyor. Sevmeye değeceğini düşündüğü insanın onu hayal kırıklığına uğratmayacağını, bu sevginin, bu emeklerin bir hiç uğruna olmayacağını kendisine ispat etmek ister gibi her geçen gün bu sevgisini derinleştiriyor. Eğer karşısındaki erkek onu üzecek, kıracak, sevgisini sorgulatacak bir şey yapmıyorsa, bu kadın uykusundan asla uyanmayacaktır. Erkeklerin iyi bir yalancı olmasına gerek yoktur, sevdiği insana inanmayı seçen bir kadın, kendisini bu yalanlara gerek duymadan da kandırabilir. Bir insanı isterseniz iki ay, isterseniz iki yıl, isterseniz yirmi yıldır tanıyor olun, eğer ona inanmayı seçtiyseniz, sadece görmek istediğinizi görebilirsiniz. Bu yüzden, insanlar uzun yıllardır ilişki içinde olup ayrıldıklarında “Meğer ben onu hiç tanımamışım.” cümlesini kurarlar.
Peki ya tam aksi gerçekleşirse? Kadın, sevdiği adamın aslında “o adam” olmadığını fark ederse? Hem de bunu acı bir şekilde öğrenirse? Gerçekler ortaya çıktığında, dünyan altüst olur. Emeklerin boşa gitmiş gibi hissedersin. Sahi, tam olarak ne için emek vermiştin? Tüm bunlar ne içindi? Kandırılmışlık hissi canını hiç olmadığı kadar acıtır. Bazen ağızdan çıkan bir söz bile insanda bu hissi uyandırabilir. “Benim sevdiğim adam bu adam olamaz.” düşüncesi zihnimizde beliriverir. Belki ilk ciddi kavga, belki ilk kriz, belki bir yalan, belki bir ihanet. Sebep her ne olursa olsun, karşımızdaki insanın bu zamana kadar bize karşı dürüst olmadığını sezdiğimiz o an, geri dönüşsüz sürecin başlangıcıdır. Çünkü konu ne olursa olsun, doğru insan dürüsttür.
Yanlış erkek manipülatiftir. Karşısındakinin fikirlerine değer veriyor gibi görünse de, gerçek hiçbir zaman öyle değildir. Ağzı iyi laf yapan erkekten her zaman korkmuşumdur. Gerçi az konuşan erkekten de korkmak lazım, onlar da sinsi olabiliyorlar. Bir kere erkeklerin, kadınları yanlarında taşıdıkları eşantiyon gibi görmekten vazgeçmeleri lazım. Kendilerini kadınlardan üstün görmeleri büyük bir yanılgı; ama maalesef çoğu bu düşünce içinde. Onlar daha zeki, onlar daha mantıklı, onlar daha becerikli, onlar daha güçlü, bu liste uzar gider. Böyle düşündükleri için, her zaman daha iyisini kendilerinin bildikleri yanılgısına düşüyorlar. İnanın bana, en eğitimli, en entelektüel erkek bile işine geldiğinde ataerkil düzenin gizli savunucularından olabiliyor. Kadın-erkek birlikteliği bir hayat paylaşımıdır. Bir alışveriştir. Sen üstünsün, ben üstünüm yarışı değildir. İnsanların özgürlüklerini elinden almak, onlara hakimiyet kurmak, kararlarına gereğinden fazla müdahale etmek, aslında gizli özgüvensizliğin dışa vurumudur. Erkek egemen toplumlarda yetişen erkeklerin, kendilerini “daha erkek” hissetmeleri için takındıkları bu tutum, kendi eksikliklerine yoğunlaşmaktan, daha iyi bir birey olma yolunda ilerleme çabası içinde olmaktan çok daha kolay, çok daha eforsuzdur. Hem kadınların çoğu da böyle erkekleri sever. Onları yönetsin, onlara “sahip çıksın”, onları kısıtlasın, onları kıskansın isterler. O zaman değişmenin, dönüşmenin ne gereği vardır ki? Konu arz-talep meselesiyse, gerisi teferruattır.
Yanlış erkek düşüncesizdir. Karşısındaki insanın hangi sözlere kırılıp güceneceğini tahmin edip, kelimelerini ona göre seçmek için çaba sarf etmez. Tepki gösterdiğinizde argümanı çoğu zaman: “Ben senin iyiliğin için söylüyorum.” olur. Sizi incitmemek için elinden geleni yapması gerekirken, özensiz davranışlarla size hayal kırıklığı yaşatmaya devam eder. Unutmamak gerekir ki, açık sözlü olmanın bir sınırı vardır. Bazen karşımızdakine duymaya ihtiyacı olduğu kelimeleri söylememiz gerekir, ya da duymak istemediği cümleleri söylemekten kaçınmak. Bu tutum, düşünceli olmaktan ileri gelir. Dürüstlüğü çiğnemek anlamına gelmez.
Bu kadar zaman yanlış erkeklerin bir sürü olumsuz yanından bahsettim. Peki bu adamlara bu huylarına rağmen nasıl katlanıyoruz? Birkaç tane pozitif özellik, diğer tüm negatif özellikleri nasıl arka plana itebiliyor? Biraz da bunlardan bahsedeceğim.
Yanlış erkeklerin çoğunun kadınlarla ilgili kabarık bir dosyası vardır. Bu adamlar çapkındırlar, güncel halleri öyle olmasa bile çok hızlı oldukları bir dönem mutlaka olmuştur. Bir sürü kalp kırmışlardır, bir sürü kadının ilgisiyle egolarını tatmin etmişlerdir. Artık sevilmenin, şefkatin, kısa süreli ilişkilerden daha cazip geldiği döneme girdiklerinde, nihayet bir ilişkiye hazır olduklarını düşünürler. Kadınları nasıl etkileyeceklerini iyi bilirler, ilgi dozunu profesyonelce ayarlarlar. Bilirler ki çoğu kadın mıç mıç tavırlardan, aşırı ilgiden hoşlanmaz. İlginin üstünde olduğunu hissetmek ister; ancak tek seçenek o olmamalıdır. “Prince Charming” birçok yeterli ve nitelikli aday arasından kendisini seçmelidir. Bu da kadınların ego tatmin yöntemidir. Bu erkekler rollerini çok güzel oynar, bir şekilde bu kadının kalbini kazanır. Nihayet, ilişki başlar.
Yanlış erkek başlangıçta sizi “seçerek” sizi prenses gibi hissettirse de, ilişkinin kontrolünü eline aldığında sizi değersizleştirmeye başlayacaktır. Artık sizi elde etmiştir, bir yere gitmeyeceğinizi biliyordur. Kalbinizi, sevginizi kazanmıştır ve siz bu sevgi için birçok olumsuz detayı görmezden gelebilirsiniz. Söz konusu sevgiyse, paylaşımınız da sizin için son derece özeldir. Kahvaltı yapmak, yürüyüş yapmak, film izlemek, yemek yemek gibi günlük aktiviteler bile, bunları sevdiğiniz insanla yapıyorsanız size dünyanın en güzel etkinliğiymiş gibi gelebilir. Hayat paylaştıkça güzeldir. Hayat bir oldukça güzeldir. Ama yanlış erkeği sevmek, yanlış erkeğe tüm maneviyatınızı adamak, sizden en değerli varlığınızı alacaktır. Kendinizi. Taviz verdikçe değersizleşirsiniz. Affettikçe zayıflığınız artar. Özgüveninizi günden güne yok eden bu adam karşısında her geçen gün gerçek kimliğinizden uzaklaşırsınız. Ve gün gelir, kendinizi tanıyamaz hale gelirsiniz. “Ben ne yaptım? Tüm bunlara nasıl göz yumdum? Kendime bu saygısızlığı nasıl yapabildim?” soruları kafanızın içinde yankılanır.
Sevmek çok güzeldir. Sevilmek de öyle. Birlikte uyumak, güne birlikte başlamak, el ele tutuşmak, kokusunu içine çekmek, dudağından öpmek, sarılmak… Ne kadar güzel duygular bunlar. Yanlış erkekle bile olsa güzeldir, o güzel anlar aklınıza geldiğinde ürperirsiniz, belki yüzünüzde küçük bir tebessüm belirir. Ancak, sizi siz olmaktan uzaklaştıran, yolunuzdan alıkoyan her şey, tarihin eski sayfalarında yerini almalıdır. İlerlemek için geçmişin iplerinden kurtulmalıyız. Kendimizi gerçekleştirmek için, gerçekten kim olduğumuzu bulmak için, özgürlüğü, yaşamı derinden hissedebilmek için yapmalıyız bunu. Yeni bir sayfa her zaman iyidir. Hem belki yolculuğumuza eşlik edecek doğru insan bir gün karşımıza çıkıverir. Neden olmasın?
12 Ekim 2020 Pazartesi
Hayat ve Trajediler - 1
Merhaba!
Uzun zamandır bu kadar kısa aralıklarla blog yazısı
yazmamıştım. Bu sıralar bir şeyler yazmak, içimdekileri kelimelere dökmek bir
nevi terapi gibi geliyor. Kafamın içinde dönen düşünceleri organize ediyor
olabilmekten hoşlanıyorum sanırım. Düzen bağımlılığım her konuda geçerliliğini
sürdürüyor anlayacağınız.
Bu yazı ile yeni bir yazı dizisine başlamayı planlıyorum. Günlükvari serisinden farklı olarak, hayatımdaki gelişmelerden ziyade, hayat, insanlar, ilişkiler hakkındaki düşüncelerimi, kafamdaki soru işaretlerini sizlerle paylaşmak istiyorum.
Bu sıralar bilmem kaçıncı kez Sex and the City izliyorum. Belki de Carrie Bradshaw'lığa soyunma hevesim bundan kaynaklandı. SATC'nin bendeki yerini yakın çevrem fazlasıyla bilir. İnanır mısınız, yaş
aldıkça, bir şeyleri daha fazla gözlemledikçe ve deneyimledikçe, dizide geçen
olayları çok daha iyi özümsüyorsunuz. Aslında yaşadıklarımız aşağı yukarı aynı
şeyler, aynı duygular. Sevgiler, nefretler, hayal kırıklıkları, takıntılar, duygusal
açlıklar, manevi ihtiyaçlar… Liste uzadıkça uzar. Aynı senaryolar farklı insanlar
arasında defalarca kez yaşanıyor. Tıpkı dış görünüş olarak bire bir aynımızın
olabilmesi gibi, hayatlarımızın kopyaları da dünyanın çeşitli yerlerinde
mevcut. Ne kadar tuhaf değil mi?
Dün İzmir’deki en yakın arkadaşımla uzun bir yürüyüş yaptık.
Bazen çok neşeli konular, bazense bir o kadar depresif ve göze umutsuz görünen
konular hakkında konuştuk. Bence hayat karışık kuruyemişe benziyor. Eğer rastgele
bir barda önüne konulan bir kabın içindeyse, içinde bolca leblebi ve diğer işe
yaramaz şeyler vardır. Caju, antep fıstığı, badem yemek istiyorsan bir kuruyemişçiye
gidip en iyisini kendin seçip almalısın. Peki söz konusu hayat olduğunda, bize sunulanı
yeterli bulmalı mıyız? Yoksa her zaman daha iyisi için çaba mı göstermeliyiz? Bazen
çabalamak kötü sonuçlar doğurabiliyor. Daha lezzetli kuruyemişi yiyebilmek için
devam mı etmeliyiz, yoksa elimizdekiyle mi yetinmeliyiz?
Hepimizin olmasa da çoğumuzun gayet düzgün görünen, elle
tutulur bir ilişkisi olmuştur. Bana göre uzun süreli ilişkilerde mutlaka bir taraf
daha fazla seviyordur. Hatta belki de her ilişkide bu dinamik böyledir. Daha fazla
seven tarafa göre her şey oldukça yolundadır. Peki daha az seven? Ara sıra
yoklayan o yetersizlik hissi görmezden gelinmesi gereken bir şey midir? Bu doyumsuzluk
mudur, yoksa uyumlu görünen beraberliğin arkasında gizlenen uyumsuzluktan mı
kaynaklanır? Sevgi eşitsizliği bir problem midir, yoksa bir dinamik mi? Başınıza
iyice Carrie Bradshaw kesildiğimin farkındayım. Ama bunların cevaplaması zor
sorular olduğunun siz de farkındasınızdır diye düşünüyorum.
Hayatım hep “iste, emek göster, elde et” sıralamasıyla
ilerledi. Çünkü eğitim odaklı bir ailede yetiştim, bu yaşıma kadar kariyerimi
inşaa etmeye uğraştım. Robot gibi programlanmak maalesef ki insan ilişkileri
için pek uygun bir yöntem değil. Bir sınavdan geçer not alır gibi insanlardan
geçer not alamazsın. Zaman gerekir, doğru iletişim gerekir, güven gerekir ve
her şeyden önemlisi karşınızdakinin size geçit vermesi gerekir. Bu kimi zaman
çok kolay olur, sorunsuzca ilerler. Kimi zaman orta zorluktadır, biraz zaman ve
biraz anlayışla karşılıklı bir bağ kurulur. Kimi zamansa imkansızdır. Ne yaparsanız
yapın, o insanın duvarlarını aşamazsınız.
Yakın zamanda karşımdaki insanın duvarlarına çarptım. Derdim
neydi? O duvarı geçtiğimde ne olacaktı? Fethetmeyi mi seviyordum, güvenilir,
sevgiyi hak eden biri olduğumu mu ispat etmeye uğraşıyordum? Neden onun
sevgisini kazanmak istedim? Bunlar gerçekten kompleks sorular. Bazen düşünceler içinde
gezinirken beynimin acıdığını hissediyorum. Parankim dokusunun ağrısı hissedilmez
diye anlatılır; ama sanki birisi beynimi hamur gibi yoğuruyormuş gibi geliyor,
ne yapayım?
Bir insanı elde etmek istemenin altında yatan birçok faktör
var. Bahsettiğim durum illa ki kadın-erkek ilişkisi olmak zorunda değil. Bir arkadaşlık
olarak da düşünebiliriz. Öncelikle o insanı yanımıza yakıştırıyoruz. Onunla vakit
geçirmekten keyif alıyoruz. Herkesin belirli filtreleri vardır. Benim önceliğim
zekâ ve espri anlayışıdır. Aynı şeylere güldüğüm birini kesinlikle çevremde
tutmak isterim. Peki bu insan hayatımızdayken, bizimle zaman geçirip sohbet
ediyorken biz ne elde etmiş oluyoruz? Bunun düzenli olarak devam etmesi,
karşılıklı sevgiye ve bağlılığa dönüşmesi neden önem arz ediyor? Bana göre
maneviyattan ileri gelen bir durum. Çoğumuz sevmek istiyoruz. Sevgi görmek
istiyoruz. Hayat sadece somut başarılarla sürdürülebilecek bir şey değil. Sevgi
kaynaklarımız elbette ki farklı. Kimisi en büyük desteğini ailesinden alır,
kimisi arkadaşlarından, kimisi sevgilisinden.
Ben güven duygusuna ihtiyaç duyuyorum. Paylaşmaya ihtiyaç
duyuyorum. Anlaşılmaya ihtiyaç duyuyorum. Bunun yanı sıra karşımdakini
anlamayı, aynı dilden konuştuğumuzu görmeyi de seviyorum. Hayatın güzellikleri
insanlarla bir oldukça, sevdikçe, değer verdikçe ortaya çıkıyor diye düşünüyorum.
Bu benim. Böyle biriyim. Etrafımda böyle olmamdan son derece memnun onlarca
insan var. Onların sevgisiyle sarılmış haldeyim. Yanımdalar, fiziken yanımda olamasalar
bile varlıklarını, desteklerini hissedebiliyorum. Ben gücümü bu güzel dostlukların beni sarıp sarmalamasından
alıyorum; çünkü hayattaki en büyük yatırımım sevgi.
Geçmişimizde kalan, hatırlamaktan hoşnut olmadığımız
zamanlar vardır. Yanlış seçimler, yanlış davranışlar, kurulan yanlış cümleler… Bana
göre çıkarmamız gereken dersleri çıkardıysak, konu kapanmalıdır. Her geçen
gün büyüyoruz, her geçen gün olgunlaşıyoruz, yeni bakış açıları ediniyoruz. Yeni
hatalar da yapıyoruz ki, ileride bunlar üzerine düşünebilelim, onları da çözüp
yolumuza devam edebilelim. Bu kadar optimist düşüncelere sahip olmama rağmen, egosal
bir savaştan mı kaynaklanır bilinmez, bazı konularda kendimi affetmekte güçlük
çekiyorum. Kendimi üst düzey mahkemede yargılıyormuşum gibi hissediyorum. Beni benim
kadar acımasız eleştiren, üstüme gelen kimse yok aslında. Çünkü kimse beni,
benim kendimi önemsediğim kadar önemseyemez. Kimse benim hayatımı yaşamıyor. Herkes
kendi dünyasında. Yakın çevremiz dışındaki diğer tüm insanlar hayatımızda
figürandan öteye geçemiyor. Aslında bu sancılı süreci biz yaratıyoruz, bir
başkası değil.
Biraz konu değişikliğine gideceğim. Merkür retrosu
başlıyormuş ve en çok etkileyeceği burçlardan biri benim burcum olan Akrep’miş.
Bu dönemde geçmişi düşünüp hırslanmam, öfkelenmem bekleniyormuş. Enough with
the tragedy! Astroloji bile yakamı bırakmıyor baksanıza.
Bu kadar çok şeyi yaşamak, düşünmek, çözmek zorunda mıydım? Kazandığımız veya kazandığımızı düşündüğümüz farkındalıklar bizi daha iyi bir yere mi götürüyor, yoksa hayatımızın dinamiğini mi bozuyoruz? Düşünmek yerine sadece yaşamak mı lazım? Son günlerde o kadar çok şey düşündüm, o kadar çok şey hissettim ki, 20 gün yoğun bakımda bilinçsiz bir şekilde uyusam kendime ancak gelirim herhalde. En iyisi biraz ara vereyim. Umarım yaptığım çıkarımlar beni güzel bir noktaya ulaştırır. Umarım boş yere çırpınmıyorumdur. Umarım benzer senaryolar tekrar yaşandığında tüm bunları unutup alışılagelmiş davranışlarımı sergilemem.
Bir
sonraki yazıda görüşmek üzere!
11 Ekim 2020 Pazar
Günlükvari 7 - Dinginlik
Herkese iyi pazarlar!
Güzel bir kahvaltı sonrası çayımı yudumlarken içimden blog yazısı
yazmak geldi. Ben de hevesimi yitirmeden bilgisayarımı açıp yazmaya
başladım. Tweetlerimden anlayacağınız üzere son zamanlarda pek iç açıcı
günler geçirmiyorum. Aslında tamamen kötü de diyemem; çünkü senelerdir hayalini
kurduğum olay tam da hayatımın en boktan günlerini yaşadığımı düşündüğüm
dönemde gerçekleşti. Demek ki hayatın bir bildiği var. Seni önce dibe çekiyor, ya
da kendin bile isteye dipte olmayı tercih ediyorsun, sonrasında bir kurtuluş
yolu sunarak seni dengeye ulaştırıyor.
Yaşadığım onca olumsuzluğa rağmen gerçekten şanslı bir insan
olduğumu düşünüyorum. İşler ne kadar ters gidiyor gibi görünse de, bir şekilde paçayı kurtarabiliyorum. Öyle ki, ben
hareketliyim, ben tezcanlıyım, bir şeylerin olmasını beklemektense kendim gidip
almayı tercih ederim. Bu demektir ki, ben yaşayarak öğreneceğim. Belki kulağa fazla
cüretkâr bir tutum gibi geliyor ama öyle. Öyleyim. İçimden
gelen dürüst olmak, içimden gelen açık ve net olmak. Oyunsuz olmak, yalansız
olmak.
Kendime 2 ay boyunca işkence uyguladım. Yaşadıklarımdan ziyade hissettiklerim çok
ağır geldi. Aslında kimse bana bir şey yapmıyordu, kendim çalıp kendim oynuyordum.
Kimse üzerimde büyük oyunlar planlamıyor, kimse beni manipüle etmiyordu. Hatta kimse
beni umursamıyordu desem yalan olmaz. Ben bütün duygularımı aldım, üstüne
düşündüm, o duyguları filizlenmiş bir tohumdan olgun bir hasata dönüştürdüm. Büyüttüm,
büyüttüm ve sonrasında o duygular kontrol edemeyeceğim boyuta ulaştı. Platonik
aşka oldum olası meyilim vardır; ama bu yaşta yeniden yaşayacağım aklımın
ucundan geçmezdi doğrusu. Platonik aşkın güzel yanı, içinde yaşarsın ve dışarıya
belli etmezsin. O senin kendinle olan özelindir. Benimkisi içten içe karşılık
bulma umuduna tutunarak içimde de kalamadı. Patladı gitti.
Kendimle ilgili çözmem gereken, bundan sonraki hayatıma
taşımamam gereken şeyler var. Her gün bunlar üzerinde düşünüyorum. Kimi zaman
olayı profesyonelce ele alabiliyorken kimi zaman da ruhsal bunalımların esiri
olabiliyorum. Neticede beni iyileştirebilecek temel şey zaman. Durum tespitleri,
mantıksal açıklamalar bir yere kadar. Zamana bırakıp, üzerinde daha az
düşünmeye başladığında, hatta aklına geldiğinde kendinle dalga geçebilmeye
başladığında artık atlatıyorsun demektir. Bu günlerin uzakta olmadığını
biliyorum.
Hayatta neyi isteyip neyi istemediğimi biliyorum. Aslında bunu
oldum olası biliyordum; ama bir süre gözlerimi kapatmak istedim. Çünkü merak
ediyordum. Mantığım yüzünden yaşamayı reddedeceğim şeyler belki de hayatımda eksiklik
yaratacaktı. Artık böyle bir konunun yaşayarak görmemem gereken bir şey
olduğunu biliyorum. Hassas bir kalbim var. Ne kadar dirayetli görünsem de
kaldırabileceklerim ve kaldıramayacaklarım var. Üstüne üstlük bir de öngöremediklerim
vardı. Ben bu duyguları içimde büyütürken, karşımdaki insanın gerçek
karakterinden bihabermişim. Meğer dürüst olan bir tek benmişim.
Bundan sonra kendim için doğru olan şeyleri yapmaya çalışacağım.
Eğer duygularım beni yanlış yola sürüklüyorsa, bu sefer onların peşinden
gitmeyeceğim. Hiçbir duygu, kişinin kendisine olan saygısından daha değerli
değil. Kendime bunu hatırlatacağım. Ben sevgiye aşık biriyim. Sevmeyi seviyorum.
Dostlarımı, ailemi, kedimi çok derinden seviyorum ve o sevgi bana huzur
veriyor, beni hem dinginleştiriyor, hem de bana yaşam enerjisi veriyor. Artık yanlış
insanları sevmek istemiyorum. Onlar benim için yanlışlar, onlar belki de herkes
için yanlışlar. Ürettiğim o büyük enerjinin yere çakılışını görmek istemiyorum.
Hak ettiği insana ulaşmayacaksa, hiç oluşmasın istiyorum.
Hayatımda yeni bir dönem başladı. Artık haftada bir gün bir mekânda
sahne alıyorum. 2 yıl önceki blog yazımda, bu durumdan kurduğum küçük bir hayal
olarak bahsetmiştim. O hayal nihayet gerçekleşti. İstediğim repertuarla,
istediğim gibi bir yerde müzik yapıyorum. “Şu şarkıyı ekleyelim, bunu
çıkartalım, bunu böyle çalalım, şunun şurasını böyle yapalım” gibi tatlı
telaşlarım var artık. Diyafram nefesi ve ses egzersizleri çalışıyorum. Kolay kısılmaya
meyilli bir sesim var. Yüksek sesle konuşmamdan, sesimi iyi kullanmamamdan
kaynaklanıyormuş. Sigarayı bıraktım. Papatya çayı, zencefil çayı içmeye
başladım. Diyafram nefesini günlük hayatıma da entegre etmeye çalışıyorum. Bana
göre belirgin bir gelişme var. Umarım gösterdiğim bu özenle sesimi
koruyabilirim.
Şarkı söylerken yaşadığımı hissediyorum. Dans ederken
yaşadığımı hissediyorum. Bunlar beni hayata bağlayan şeyler. Tam da hayattan
kopmaya başladığımı, artık bu kalp kırıklıklarına, bu hayal kırıklıklarına daha
fazla tahammül edemeyeceğimi düşündüğüm dönemde bana öyle iyi geldi ki.
Benim kompleks olma, ulaşılamaz olma gayelerim yok. Kimine göre
basitim, kimine göre karman çormanım. Bana göreyse yorgunum. Hiçbir şey için
ekstra çaba sarf edemeyecek kadar yorgunum. Hayat beni alsın, götürsün bir
süre. Düşünecek fırsat bile bulamayacağım günler içinde kaybolayım. Rutinin içine
karışayım. Sonra beni usulca kıyıya bırakıversin, uzun süredir içinde olduğum sudan
kendi isteğimle, kendi gücümle çıkayım. Biliyorum ki o zaman geldiğinde yeniden
doğmuş gibi olacağım.
12 Eylül 2020 Cumartesi
Derin Melankoli
Herkese merhaba!
İstikrar reis olarak elbette ki sözümü tutmadım ve bilmem
kaç ay sonra yeni yazımı yazıyorum. Aslında yazıya dökebilecek birçok his barındırıyordum
içimde. Kimi zaman dertleşmek istiyordum, kimi zaman kendimi anlayabilmek için
yazmak. Birkaç kısa not yazdım; ama o kadarla kaldı. İşte bugün biraz dertleşme,
biraz kendimle yüzleşme, biraz hasret giderme temalı bir blog yazısı yazmaya
karar verdim. Bakalım ortaya nasıl bir şey çıkacak.
Temmuz ayını kırık ayakla geçirdikten sonra Ağustos ayı gelip
çattığında yıllık izin çanları da çalmaya başladı. Ayın 15’inde çıkacaktım. O gün
gelene kadar akla karayı seçtim diyebilirim. Artık her şeyden, herkesten
uzaklaşmak ister bir halim vardı. Ne polikliniğe gelmek istiyordum ne de nöbet
tutmak. Artık off yaptığımız günlerden de eser kalmamıştı. Nöbet ertesi poliklinik
çilesi beni epeyce yıprattı. Yıllık iznimi iki bölüm olarak ayırmıştım. İlk 10
gün ailemi görecek, ikinci 10 gününde de Datça ve Kaş’a gidecektim. Orada da
denk gelebildiğim arkadaşlarımla hasret giderip yalnız kaldığım anlarda
melankolinin dibine vurmayı planlıyordum. Neden mi melankoli? İşte o kısım
biraz hüzünlü.
Özel hayatımı sosyal medyada çok fazla anlatmam, yazıp
çizmem. Olaylardan ziyade duygularımı ifade etmeyi tercih ederim. Son günlerde
bu duygular beni bir hayli yoruyor, yıpratıyor. Bana iyi gelmeyen bir noktaya vardığı
için, daha fazla dallanıp budaklanmadan sonlanması benim için en iyisi olacak. Kendime
haksızlık etmek istemiyorum. Kendime kötü davranmak istemiyorum. Hak etmiyorum
çünkü bu halde olmayı. Önceden karşımdakine topu atardım. Onu bencil, düşüncesiz,
kötü biri olarak görür, kendimi bir nevi kurban psikolojisine sokardım. Aslında
bu tek taraflı ve objektiflikten uzak bir yaklaşım. Derdinizi dinleyen arkadaşlarınızın
sizi üzen insanları boklayarak sizi rahatlatmaya çalışması gibi bir şey. Onlar sizi
görüyor, sizden dinliyor da öyle düşünüyor. Peki ya biz? Olayın baş kahramanı
olarak ne kadar objektifiz? Ne kadar anlayışlıyız? Ne kadar kendimize, ne kadar
karşımızdakine odaklıyız? Başlarda kafa karıştırıcı olsa da, artık yaşadığım
olayları üçüncü bir göz gibi izlemeyi öğrendim. Ben bir ömür boyu kendi
zihnimde, kendi bedenimde var olacağım. Bu noktada kendimle ilgili sorunları
çözebilmem, dersler çıkarabilmem, karşımdaki insanın hatalarını fark etmekten
daha değerli. Kimi zaman da ölçüyü kaçırıp karşı tarafa inanılmaz anlayışlı
olabiliyorum. Bunun dengesini kurmak gerçekten zor. Optimize edebilmek için
tecrübe ve olgunluk gerekiyor. Kendini kabullenme kısmını hallettikten sonra
gerisi çok daha kolay ilerliyor.
Kendimi sorguluyorum. Niyetimi, içimden geçenleri. İçimde en
ufak bir kötü niyet yok. Ruhsal bir arayıştayım. Bana eşlik edecek insanı
arıyorum. Kimi zaman bu düşünceden vazgeçip daha bireysel bir dönem
geçiriyorum. Ama bir süre sonra tekrardan geliveriyor bu istek. Yanlış bir istek
mi, değil. Gayet doğal, gayet olağan. Bu durumu öylesine bir insanla var etme düşüncesinde
değilim. Doğru enerji, doğru an, doğru etkileşim olmalı. Peki neden bir türlü olmuyor?
Yanlış kişilerden yanlış beklentilere nasıl girebiliyorum? Bir taraftan her
şeyin farkında olup diğer taraftan da kör olmak istiyorum. Sanırım bu da benim
sınavım. Duygu denilen şey kolayca yönlendirilemiyor. Bir kalıba sokulup, sınırları
çizilemiyor. Akıp gidiyor. Sen durdurmaya çalıştıkça başka bir yerden patlak
veriyor. En iyisi kabullenip yaşamak sanırım. Neticede her şeyin bir ömrü var. Raf
ömrünü doldurduktan sonra kendine geliyor insan.
Datça ve Kaş’ta geçirdiğim kimi zaman inanılmaz enerjik,
kimi zaman inanılmaz dingin günler, gerçekten çok şey kattı bana. Bol bol
yüzdüm. Suda belki de hiç geçirmediğim kadar uzun süre vakit geçirdim. Öyle güzeldi
ki. Daldım daldım çıktım. Bazen önceki hayatımın denizde geçtiğini düşünüyorum.
Kendimi bu kadar ait hissettiğim başka bir ortam yok. Suyun içinde olmak kadar
beni rehabilite eden başka bir şey de yok.
Son bir ayım duygusal anlamda büyük bir çöküş içinde geçti. Çok
gözyaşı döktüm. Ağlamak dıştan görünebileni. Bazen ruhum o kadar acı içinde
oluyor ki, dışarıya yansıtabilecek dermanım bile kalmıyor. Bu anlarda duşa
giriyorum, su üstümden akarken bu yıkıcı, boğucu hislerin geçmesini bekliyorum.
Elbette geçecek, beni terk edecekler. Her türlü acının bir iyileşme süreci var.
Maalesef ki yanlış yolda olduğunu fark edip içinde bulunduğun durumdan çıkma
kararını vermek, mevcut hislerini bir anda öldürmüyor. En azından şu anda bir
şeylerin doğru yolda ilerlediğini biliyorum. Bazen o yoldan bile bile ayrılmak
geliyor içimden. Ama her ayrılışımda çıkmaz sokağa gireceğimi biliyorum. Bir
nevi ana yolda kalmak için çabalıyorum. Kendim için doğru olanı yapıyor olmak güvende
hissettiriyor.
Sanırım büyümek bu. Kendini kabullenmek, olanı kabullenmek,
verebileceğinden daha fazlasını vermemek. Bu yıl benim için belki de bir dönüm
noktasıydı. Hiç bu kadar olgun davrandığımı, düşündüğümü hatırlamıyorum. Umarım
önümde beni bekleyen daha aydınlık günler vardır. Umarım bitmesi için mücadele
vermek yerine yaşatabileceğim, çoğaltabileceğim sevgiyi bir gün bulabilirim.
7 Temmuz 2020 Salı
Günlükvari 6 - Arayı Biraz Kapatalım
17 Mayıs 2020 Pazar
Günlükvari 5- İçsel Aydınlanış Görüntülüyorum
9 Nisan 2020 Perşembe
Amerika Seyahatimi Anlatıyorum! - Bölüm 3
Biliyorsunuz ki Las Vegas, Nevada eyaletinde çölün ortasına kurulmuş, sıcak, kurak bir şehir. Hatta benim bulunduğum tarihlerde meşhur Burning Man festivali vardı. Hiç öyle değişik kafalarda olmadığım için festivale katılmak aklımın ucundan bile geçmemişti açıkçası. Ben dümdüz bir mentaliteyle, güzel bir otelde konaklayacak, yiyip içecek, dinlenecektim. Kumar kısmı bile kafamda belirsizdi. Kuzenimin eşi mutlaka oynamam gerektiğini söyledi. Annesi bir keresinde 700$ kazanmış. Kendisinin de ona yakın civarlarda kazanmışlığı varmış. Kazanma ihtimali için değil, eğlencesine oynamamı önerdi. “Günlük 100-200$ aralığında oynayabilirsin, nasılsa alkol bedava, hem içiyorsun hem de kumar oynayıp eğleniyorsun.” dedi. Hay demez olaydı diyeceğim de, neyse henüz bunları konuşmak için erken.
Las Vegas’taki havaalanında bile ufak bir casino ortamı mevcut. Bence bir karşılamadan ziyade tatil boyunca kaybeden insanların “Gitmeden son bir kez şansımı deneyeyim.” diye düşünerek oynadığı makineler bunlar. Tabii olanları şu an daha net gözlemleyebiliyorum… İlk gördüğümde “Aaa ne tatlıı” demiştim.
Havaalanından Uber ile kalacağım otele doğru yola çıktım. Akşamüstüydü. Kalacağım otel, yine kuzenimin eşinin seçtiği Venetian Resort’tu. Güzel bir suitte konaklayacaktım. Kendisi geçmiş tecrübelerinden faydalanarak seçmiş bu oteli. Bakalım beni nasıl bir yer bekliyordu. Uzun sayılabilecek bir Uber yolculuğundan sonra otele vardık. Gerçekten kocaman, filmlerdeki gibi bir oteldi. Zaten her yer buna benzer otellerle doluydu. Oteller uzaktan kartondan maketleri andırıyordu. Birbirleriyle alakası olmayan, hatta oldukça uyumsuz denilebilecek kocaman binalardı. Otelin önünde limuzinler duruyordu. İçeri girdim. Kocaman bir lobi vardı karşımda. Yüksek tavanlı, gösterişli bir binaydı. Dışarının sıcaklığından sonra klimalı, serin mi serin bir ortamdı. Rahat bir nefes alıp check-in sırasına girdim. Kısa sayılabilecek bir sürede işlemlerim yapıldı, kartım teslim edildi. Valizimle odaların olduğu bölümü bulmaya koyuldum. Otelin lobisinden biraz ilerleyince karşınıza dev bir casino çıkıyor. İşte bütün bu pisliğin döndüğü ortam. Casinoyu geçince odaların olduğu, güvenliğin kart kontrolü yaptığı kısıma varıyorsunuz. Asansörlere buradan binip odanıza gidiyorsunuz. Benim odam 21. kattaydı. Heyecanla asansöre bindim. Asansör elbette ki oldukça hızlı hareket ediyordu. Katıma geldim, kapı kapı bakınarak odamı buldum. Hey maşallah! Şaheser bir odaydı bu! Giriş kısmında geniş bir hol, büyük bir boy aynası, sağ tarafta kocaman bir banyo, hem küvet, hem duşakabin, kocaman aynalar, şık bir lavabo, king size bir yatak, aşağı kısımdaysa (mini bir merdiven ile aşağı iniliyordu) kocaman geniş koltuklar, dev bir plazma TV, masa, sandalye bulunuyordu. Gerçekten gösteriş buymuş dedirtti bana. Odada ütü masası ve ütü bulunuyordu. Bu daha önce kaldığım otellerde olmayan artı bir lükstü. Bol bol şampuan, saç kremi, duş jeli, nemlendirici krem konulmuştu. Mini buzdolabına pek bulaşmayı düşünmüyordum; ama o da oldukça cazip görünüyordu.
Hızlıca valizimi açıp üstümü değiştirdim. Akşam yemeği yemek üzere odadan çıktım. Zemin kata indim, otelin haritasını açarak yiyecek alanını aramaya başladım. Şöyle ki, Las Vegas’ta oteller bir nevi AVM gibiydi. Hepsinin food-court alanı vardı ve buradan ücretle yemek yiyordun. Benim kafamda düşündüğüm gibi bir otel restoranı yoktu yani. Hepsinin geniş alışveriş bölümleri vardı, en ünlü mağazaların şubeleriydi bunlar. Burada da alışverişini yapıyordun. Aşağıya inip casinoda kumarını oynuyordun. Resmen delice bir tüketim çılgınlığı vardı burada!
Bir restoran seçip oturdum. Hamburger siparişi verdim. Yanına da salata söyledim. Gayet lezzetliydi. Fikir edinmek adına etrafı turlamaya başladım. Otel Venedik temasıyla tasarlanmıştı. En ünlü meydanı olan San Marco meydanını taklit ettikleri geniş bir alan vardı. Burada lüks restoranlar mevcuttu. Otelin Venedik gibi tasarlanan bölümü oldukça ilginçti. Tavanı gökyüzü olarak tasarlanmıştı. Günün her saatinde gündüz gibi görünüyordu. Buradayken bir simülasyonun içinde gibiydiniz. Avrupa’nın diğer ünlü şehirlerinin de otelleri vardı elbette. Her otelin mutlaka kendine özgü bir tasarımı mevcuttu.
Otelin Gondol turları bile vardı. 30$ olduğunu öğrenince sikerler dedim. Ulan bizzat Venedik’te o paraya binmedim gondola. Zaten çok da elle tutulur bir yanı yoktu. O ne öyle çocuk kandırır gibi? Havuzun içinde kayıkla fış fış. Saçma yani. Ama görüntü hoştu tabii, bir süre binenleri izlemedim dersem yalan olur.
Etrafı kısaca turladığıma göre artık Casino’ya gitme vakti gelmişti bence. Söylediğim gibi buraya asla kumar kafasıyla gelmedim. Kuzenimin eşi buraya gelmişken mutlaka deneyimlemem gerektiğini söyleyince ikna oldum. 2-3$’lık minik oyunlardan sonra iş artık 20$ yatırmalara dönmüştü bile. Şöyle ki bu meşhur “Vending Machine”ler, uzun süre herkesi soyup soğana çevirdikten sonra bir talihliye güzel paralar kazandırabiliyor. Filmlerden, dizilerden hatırlarsınız, yaşlı teyzeler tüm gün makine stalklar, uzun süredir kazandırmayan makinelerin peşine düşer. Son kaybedeni de gözlerine kestirdiler mi, o kalktığı gibi oturup kendi birikimleriyle oynamaya başlarlar. Bu taktik oldukça yaygın; ancak ben o kadar sabırlı bir insan değilim. Ve başlangıçta hiçbir beklentim de yoktu. Kuzenimin eşinin bahsettiği bedava içki olayını ilk gün hiç değerlendirmedim. Yalnızca su içtim.
Birden bir makinede anlamsızca kazanmaya başladım. 20 dolarım 50 dolar olmuştu. Bunun olağan bir kazanç olduğunu düşündüm. Başka bir oyuna geçtim. Orada da 200$ olmasın mı? O kadar değişik bir haz veriyor ki, bir anda tamamen winner olduğunu düşünüyorsun. 200$’ı çekmek yerine oynamaya ettim ve o anın gazıyla düşme eğrisinde olduğumu fark etmedim. Anlatılmaz bir duygu gerçekten. Resmen kör oluyorsun ve kısa sürede yeniden kazanmaya başlayacağını sanıyorsun. Ama aslında makine ilk seferde pikini gördü, şimdi düşecek. Ah geri zekâlı ah! Bunu fark edemedim ve o 200 doları 30 dolara kadar düşürdüm. O kadar moralim bozulmuştu ki! O makinelerdeki hipnotize oluşu tarif edemem. Normalde hiç akıl kârı durmadığının farkındayım; ama sarhoş gibi tuşlara basmaya devam ediyorsunuz. Makinenin biraz önce yaptığı gibi paranızı arttıracağını düşünüyorsunuz. Şimdi de kalan 30$’ı yeniden eski miktarına getirme derdine düşmüştüm. Bir an evvel bu parayı çoğaltmalıydım. Ama öyle olmadı. 30 dolar da gidiverdi. Kıymetini bilemediğim o kazanma anım inanılmaz kısa sürdü. 3 gün boyunca o anları mumla arayacağım aklımın ucundan geçmezdi. Ben sanıyorum ki daha ne büyük hit’lerim olacak, bu sadece başlangıç. Ulan bir saat öncesine kadar “Kumar oynamam ya, enayi miyim?” diyordum. Kazanma hırsı nasıl adi bir şeymiş arkadaş. Üzüntüm biraz azaldıktan sonra 20$ daha oynadım. Bir 20$ daha. Belki bir 20$ daha. İnanın bir süre sonra cüzdanımdan ne kadar para çıkardığımı hatırlayamaz hale geldim. Bir kısmı ara ara çoğalıyordu, hafif kâra geçmiş gibi oluyordum; ama genel toplamda kesinlikle zarardaydım. Bu düşünce beni daha çok oynamaya itiyordu, sanki oynarsam bir yerde öyle bir para kazanacaktım ki tüm bu zararlarıma değecekti. O gün hiçbir bok kazanamadım arkadaşlar. Olan paramı bitirdim ve odama çıktım. Bir daha asla kumar oynamamaya karar verdim. Ama öyle olmadı… O Casino’nun önünden geçip de şansını denememek mümkün değil. Otel zaten bunun için yapılmış! Yiyeceksin, içeceksin, kumar oynayacaksın. Aksini düşünmek konsepte ters.
Sanırım sabaha karşı odama girdim. Devamlı kapalı alan olunca sana her daim gündüzü yaşıyormuşsun gibi hissettiriyor. Doğru dürüst uykum bile gelmemişti. Hemen pijamalarımı giydim ve king size yatağımda güzel bir uyku çektim. Yatak gerçekten şaheserdi.
Kumar oynamaya başlamadan önce Cirque de Solei’den Beatles ile ilgili bir müzikale bilet aldım. Las Vegas’ta meşhur müzikaller, şovlar mevcut. Mutlaka seyredilmesi gereken şovlarmış bunlar. Sonra kumar oynamaya başladım… Para hesabı yapmaya çalışıyordum, 5$ ile 30-40$’a yükseldiğimde gayet iyi gittiğimi, bu paraları parçalayarak ayrı ayrı yükselteceğimi ve zararımı kapatacağımı düşünüyordum. Ama öyle olmuyordu! O para da tamamen tükeniyordu ve kendimi ATM yolunda buluyordum! ATM de her seferinde 8$ ekstra kesim yapıyordu. Gerizekâlı olduğum için Las Vegas’a yeterince nakit parayla gelmemişim. Normalde Bank of America’dan ücretsiz olarak para çekiyordum. ATM’sini her yerde rahatça bulabildiğim için de yanımda yüklü miktarda nakit taşımamayı tercih ediyordum. “Nasılsa otel tatili yapacağım” diye düşünerek 100-120$ gibi bir tutarla gelmişim. Yakınlarda Bank of America olmayınca, otelin içindeki kazıkçı ATM’lere kaldım. Sonra hayırsever bir abimiz 4$ kesim yapan ATM’yi gösterince içime biraz su serpildi. Neyse, yine kayıplarla dolu saatlerden sonra yemek molası verdim. Hem biraz etrafı da gezmem lazımdı. Kumar kumar nereye kadar? Çıktım dışarı, etrafı turlamaya başladım. Aman Allah’ım! Gerçek anlamda çöl sıcağının ne demek olduğunu Las Vegas’ta anladım. Meşhur bir sözüm vardır: “It’s hot like a gavur pussy!” diye hahahaha. Aynen öyleydi işte. Bu sıcakta fazla yürüyebilme ihtimalim yoktu. Zaten amacım da diğer otelleri gezmekti. Hemen bir tanesine girip, ondan da diğerlerine geçmeyi planlıyordum. Anlayacağınız üzere burada oteller birbirleriyle bağlantılıydı. Dev bir AVM’den diğerine geçiyordunuz sanki. Her şey ultra lüks, ultra gösterişliydi, etraf parıl parıl parlıyordu resmen. Tabii ki de burada fazla miktarda alışveriş yapmayı falan düşünmüyordum. Bir iki hediyelik eşya ve Victoria’s Secret’tan iç çamaşırı almak dışında alışveriş yapmadım diyebilirim. Pahalı kıyafetler almaktansa - sanki çok mantıklıymış gibi- olan paramı kumara gömmek nedense daha cazip geliyordu. Dediğim gibi, bu apayrı bir bağımlılık türü. Serdar Ortaç’ın Kıbrıs’ta kaybettiği kumar paraları karşılığında verdiği bedava konserler geldi aklıma. Bundan sonra kumarbazları yargılamayacağıma yemin ettim. Gerçekten yaşayan bilirmiş. Kumar oynamak istiyordum; ama paramın daha fazla azalmasını istemiyordum. “Keşke para kazanabileceğim bir şey olsa” diye düşündüm. Şarkı söylesem ve para kazansam, sonra da o parayla sabaha kadar kumar oynasam ne kadar harika olurdu haha! Size yemin ederim ki, sokakta casinoların tanıtımını yapan, Rio karnavalındaki kadınlar gibi giyinmiş kızlar gibi giyinip birkaç saat çalışmayı bile hayal ettim. İnsan böyle böyle kötü yola düşüyor demek ki ajhsdjkshdj.
Birkaç büyük oteli gezip Mc Donalds’tan dondurma aldıktan sonra otelime geri döndüm. Otelin bünyesindeki Madame Tussauds müzesine gidecektim. Açıkçası anlatacak çok da bir şey yok burasıyla ilgili. Bal mumu heykelleriyle fotoğraf çektiriyorsun o kadar. Ben daha önce girmemiştim, o yüzden güzel bir deneyimdi diyebilirim. Buradan çıktıktan sonra yeniden casinoya geçtim. Kumar hastalığı beni ele geçirmişti bir kere… Arada 40-50$ kazanıyordum, sonra onunla birlikte mevcut dolarlarımı da kaybediyordum. Gerçekten o ilk günkü şansım bir daha hiç olmadı. Ama oynamaktan da vazgeçemiyordum işte.

Casinoda 21 yaşın altındakilerin bulunması yasak. En az 5 kez görevliler kimlik göstermemi istedi. Özellikle içecek alacağım sırada sorun çıkıyordu. Kimliğimi gösterdiğimde sorun çözülüyordu. Bir orospu garson - Irkçılıksa ırkçılık Uzak Doğuluydu- kimliğimi yeterli bulmadı, pasaportumu da görmek istedi. Ben de sinirlendim, "Kimlik yeterli" diye direttim. Kadın gıcıklık yapmaya devam etti. Ben de "I'm showing you the fucking ID" gibi bir cümle kurdum. Bu sanki anasını sikmişim gibi bir bakış attı, "Güvenliği çağıracağım" dedi. Çağırmazsan en adisin ulan. Neyse görevli geldi, ben de bana çok ters davrandığını, kaç kez kimliğimi göstererek sorunun çözüldüğünü anlattım. Bu abimiz çok tatlış biriydi, beni danışmaya götürdü ve bir daha kimliğimi sormamalarını sağlayacak bir bileklik taktırttı. 21 yaş üstü olduğuma inanmayan gözlerle karşılaştığımda bilekliğimi göstererek bu işten de sıyrılmış oldum. Eksik olma canım abim. Uzak Doğululara neden kurulduğuma gelecek olursak, bu insanların inanılmaz ruhsuz olduklarını, insanlıktan nasiplerini almadıklarını düşünüyorum. Yani moron gibi geziyorlar ortalıkta. Benciller, kabalar, sempatiklikten uzaklar, sadece kendileri için yaşıyorlar. İnsanların onlar hakkında ne düşündükleri zerre umurlarında değil. Amerikanlaşmış olanları tabii ki böyle değildir; ama ben bu varoş karının kendi kültüründen zerre kopmadığına eminim. Demiyorum ki kendi özünden vazgeçsin; ama biraz insancıl ol be, ölmezsin yani. Amerika'da yaşıyorsan, oradaki insanların alışık olduğu gibi davranabilmelisin diye düşünüyorum. He bu arada elbette ki şu zamana kadar bir görevliye “Siktiğimin kimliği” gibi bir cümle kurmuş değilim. Sanırım yabancı dizilerde “Fuck” kelimesini çok rahat kullandıkları için ağzımdan öylece çıkıverdi. Kadın o kadar nemrut ve gıcıktı ki, ben de bir miktar terbiyesizlik etmiş oldum.
Casinodan çıktıktan sonra otelin spa, havuz bölümünü kullanayım bari dedim. Spa ücretliymiş, vazgeçtim. Havuz da antik çağ temasında tasarlanmış, küçücük bir havuzdu. İçinde mal gibi duruyordu insanlar. Yüzmeye hiç uygun bir havuz değildi yani. Ben de hemen sıkıldım, çıktım o yüzden. Akşam Bellagio otelinin önündeki büyük havuzdaki meşhur su gösterisini izleyecektim. Her akşam 22:00’de müzik eşliğinde oluyordu ve çok popülerdi. Birçok insan izlemek için tam o saatlerde otelin önünde yerini alıyordu. Akşam yemeğini San Marco meydanındaki güzel restoranlardan birinde yedim. Eh, biraz kendimi şımartayım değil mi? Sonrasında su gösterisini izlemek üzere otelden ayrıldım. Las Vegas’ın akşamı da ayrı bir sıcaktı; ama elbette ki gündüze göre daha katlanılabilirdi. Bellagio Hotel’in önünde yerimi aldım. Tam saatinde, gerçekten görülmeye değer olan gösteri başladı. Yaklaşık 5 dakika sürdü. Müziğin suyun hareketleriyle olan senkronizasyonu, ışıklar, ambiyans harikaydı. Bir dansçıyı izler gibi izledim resmen.


Las Vegas’ta artı bir etkinlik olarak spor arabayla hız sürüşü yapmayı düşündüm. Arabalar da Lamborghini’ler, Ferrari’ler falan… Ama 250$ olduğunu öğrenince vazgeçtim. Anasının amı yani. Arabayı kiralayıp bütün gün sürdüm, 80$ ödedim. Sikindirik bir deneme sürüşü için –bunu okuyan erkekler deliriyor olabilir şu an- hayatta o parayı vermem. Yani ben ne kadar hız yapabilirim ki, korkarım bir kere. Bu paraları daha önce de söylediğim gibi çatır çatır kumarda yedim ben hahaha!
Las Vegas’taki son günümde bir önceki sabah aldığım cafeden kek ve kahve aldım. Yine geçtim Casino bölümüne, kaçışım yok… Mıknatıs gibi çekiyor beni. Sonuç yine hüsran, yine kayıp. Artık tamam dedim, hesaplarıma göre 250$’a yakın para kaybetmiştim. Ki bu hatırladığım, belki arada başka paralar da gitti. Gerçekten apayrı bir sarhoşluk yaratıyor insanda. Böyle bir durum yaşayacağımı asla hayal edemezdim açıkçası. Gerçi public urination’u da hayal etmemiştim; ama San Diego’da ulu orta şarıl şarıl işedim hahahaha. Özel mülke izinsiz de girdim. Bunların hepsi para ya da hapis cezası alabileceğim şeylerdi. ILLEGAL REIS ONLINE.
Öğleden sonra bir acıkma geldi. Otelden ayrılayım, biraz gavur sıcağını bedenimde hissedeyim, kumar mahmurluğu atayım diye düşünerek dışarı çıktım. İyice acıkınca da yemek yiyecektim. Victoria’s Secret’ta sütyen ve külot indirimi vardı, hemen fiyat/performans anlamında en mantıklı seçimleri yaparak alışverişimi tamamladım. Birkaç mağazaya daha girdim; ama inanın daha fazla para harcayacak yürek kalmamıştı bende. Kalbim buruktu… Yemek yiyeceğim bir mekân seçtim kendime. Hamburger söyledim, risksiz, hayal kırıklığı yaratmayan bir seçim oldu bu. Oldukça lezzetliydi. Diğer restoranların aksine burada mayonez de vardı. Amerika’da gerçekten anlam veremediğim bir durumdu bu. Fastfood restoranlarında nasıl mayonez olmaz ya? Envai çeşit sos oluyor; ama mayonez getirmiyorlar! Gerçekten inanamıyorum. Hamburgeri yiyip biraz daha etrafı turladıktan sonra Cirque De Solei’ye geldim. Beatles Show’u gerçekten mükemmeldi. Anlatılmaz yaşanır bir andı benim için. Bu deneyimi de yaşadığım için son derece mutlu ayrıldım oradan.

Gösteri bittikten sonra biraz daha dışarıda gezindim. Artık havanın sıcaklığına alışmıştım. Zaten ben her koşulda sıcak havayı soğuğa tercih ederim. Varsın terleyip bunalayım, üşümek kadar rahatsız etmiyor beni. Sıcak memleket insanı olduğum kesin ve net. Bazen 18 sene Zonguldak'ta nasıl yaşayabildiğimi sorguluyorum. Size yemin ediyorum, kışın güneş doğmuyordu resmen. İstisnasız her gün koyu gri bir havayla güne başlıyorduk. İyi ki üniversitede Antalya'yı kazandım da kendimi buldum. Positive vibes only. Ay konu nereden nereye geldi. Özetle Las Vegas'ta günlerim böyle geçti. Otel odam hayatımda konakladığım en güzel odaydı. Yediğim yemekler keyifliydi. Şehrin her daim canlı oluşu çok etkileyiciydi. Bir taraftan casino deneyimini Amerika'da yaşamış oldum. Filmlerde sık sık gördüğümüz Las Vegas tatilini yaşamıştım! Gönül isterdi ki biraz para kazanabileyim, ama kısmet olmadı n'apalım?
Ertesi gün öğlen San Francisco'ya uçtum. Burası tatilimin son durağıydı. Aslında San Francisco 800.000'lik nüfusu olan, küçük bir şehir. Ben nedense hep daha büyük bir yer olarak hayal etmiştim kafamda. Meşhur Golden Gate'in heybetinden olsa gerek. Burada 3 gün geçirecektim. Otelim şu zamana kadar kaldığım yerler içinde en merkezi oteldi sanırım. İstiklal Caddesi'ni andıran, gece gündüz tramvayın geçtiği bir sokaktaydı. San Francisco'yu İstanbul'a çok benzettim. Vardığımda çoktan akşam olmuştu, otel odasına yerleştim. Odam güzeldi güzel olmasına da, dev valizimle sığmakta biraz zorluk çektim. Duşumu aldım, biraz telefonumu kurcaladıktan sonra uyudum.
Ertesi gün erkenden kalktım, hazırlandım. Kahvaltı için yine Acai Bowl tercih ettim. Four Square'de en yüksek puanı alan Bowl'd Acai adlı karavan şeklinde bir mekâna gittim. Önünde minik tabureler vardı, orada afiyetle yedim. Fıstık ezmesinin aşığıyım aşığı. Bunu da belirtmek istedim kendimi tutamayıp hahaha. Kahvaltımdan son derece tatmin olmuştum. Şimdi sıra biraz turistlikteydi. San Francisco'nun dik yokuşlarını bilmeyen yoktur. GTA San Andreas oynayan kardeşlerim bilir. Bu arada ben o oyunu sadece araba sürmek, taksiclik, ambulans şoförlüğü vb. işleri yaparak para kazanmak ve orospuları arabaya atmak için oynuyordum asjhdjksd. Görevleri yapmaktan çok sıkılıyordum.


San Francisco'daki ikinci günümde önce Sephora'da kozmetik alışverişimi yapmaya, biraz şehir merkezinde takılmaya, sonra da Fisherman's Wharf'ı gezmeye karar verdim. Acai Bowl'umu bir güzel yedim, dosdoğru Sephora'ya gittim. Amerika'dan elbette ki güzel ürünler almayı kafama koymuştum. Birçok uçuşum olacağı için gideceğim son şehirden almaya karar vermiştim. Far paleti, highlighter, rimel, ruj aldım. Far paletim hayat kurtarıcım oldu resmen. Aslında Huda Beauty almak istiyordum; ama parama kıyamadım, indirime girmiş olan Urban Decay'in paletini aldım. Şimdiki aklım olsa ikisini de alırdım! Ah Sinem ah, 250$'ı kumarda kaybederken hiç sorun yok, kozmetikte pintilik yapıyorsun! Neyse, yine de beni uzun süre götürecek ürünler almıştım. Buradaki işim bitince otele geri döndüm, poşetleri bıraktım, biraz makyaj yaptım. Hava serin olduğu için elbisemle gezemeyecektim. Üstümü değiştirdim. Şort giydim; ama yanıma polarımı da aldım. Havanın sıcaklığına göre ya belime bağlayacaktım, ya da giyecektim. San Francisco’da tramvay hattı o kadar fazla ki, bol miktarda trafik ışığına maruz kalıyorsunuz. Yaya geçitlerinin önünde uyarı tabelaları mevcut. İnsanların ışığı beklemesi için oldukça etkili olabilecek tabelalar bunlar. Örneğin 1 hafta önce ışığa dikkat etmeyerek karşıya geçip ölen birini yaşı ve cinsiyetiyle yazmışlar. Genellikle yakın tarihlerde olan kazaları yazmaları daha bir vurucu oluyor açıkçası. Amerika’da yaya geçitlerinde ışık olmasa dahi kesin ve net olarak araçların durup yol vermesi gerekiyor. Bu kurala uymayan yok diyebilirim. Ama şehir merkezinde her yere yayalar için de ışık konulmuş. Başka türlü baş edilemezdi zaten.
Birkaç AVM’ye girip gezindikten sonra yeniden Cable Car'a bindim ve Fisherman's Wharf'a gittim. Burası San Diego'daki Pacific Beach'i andırıyordu. Pier39 diye bir yere girdim. Burası da bir yiyecek alanıydı. Ön kısmı okyanusa bakıyordu, orta alan festival alanı gibi insan kaynıyordu resmen. Dans eden sokak dansçıları da vardı. Etrafı gezdim, fotoğraf çektim ve çektirdim, acıkınca da oldukça meşhur olan ekmek içinde çorba içmeye gittim. Siparişimi alan çocuk Türk olup olmadığımı sordu. Meğersem Work and Travel öğrencisiymiş, Akdeniz Üniversitesi'nde okuyormuş. Tesadüfe bak! Biraz onunla sohbet ettim. Çorba oldukça lezzetliydi. İsmi Clam Chowder'dı. Deniz tarağı çorbasıymış. Valla ne olduğuna bakmadan bizim çocuğa güvenip seçtim. Pişman da olmadım.
Akşamüstüne kadar burada zaman geçirdim. Gün batımı oldukça keyifliydi. Otele Cable Car ile dönmeyi planlıyordum; ama o kadar sıra vardı ki sikerler deyip Uber çağırdım. Otele döndüm. Artık tatilin sonlarına yaklaştığımdan olsa gerek, akşam dışarı çıkmaya asla motive olamıyordum. Odada yığılıp kalıyordum. Ertesi gün son günümdü. Dönüş uçağına binecektim. Üstelik San Francisco'nun akşamları gerçekten serindi. Dışarı çıkıp üşümek de istemiyordum. Down town'da konakladığım için sokaklar da pek güvenilir görünmüyordu. Şimdiye kadar her şeyin yolunda gittiği bir tatil geçirmiştim. Bunun bozulmasını da istemiyordum. Bu nedenler yüzünden iki akşamımı da odada dinlenerek geçirdim.
Ve son günüm...Amerika ve San Francisco'daki son günümde meşhur bir kafede oldukça lezzetli bir kahvaltı yaptım. Artık hava iyice soğuduğu için Ross'tan rahat bir eşofman altı aldım. Görmeyi planladığım The Painted Ladies'e doğru yürümeye başladım. Burası da tarihi, renkli evlerin olduğu bir yerdi. Şehrin bu kısmı oldukça sakindi. Bir şeyler içmek için Bean Bag Cafe diye bir yere girdim. Central Perk'i andıran tatlı bir atmosferi vardı. Burada birkaç saat zaman geçirdim. Akşamüstü Down towna geri dönüp, Delarosa diye bir restoranda harika bir Margaritha pizza yedim. Hani şu üstünde Burrata olan pizzalardan. Tadı şaheserdi! Saat 6'ya geliyordu. Uçuşuma birkaç saat kalmıştı. Veda moduna girmiştim artık. Pek gezme kafasında değildim. Amerika'dan dönecektim, inanılmaz geliyordu! Bir taraftan misyonumu tamamladığımı düşünüyordum, bir taraftan da gerçekten buraya ait olduğumu, bir şekilde Amerika'da kalıcı olarak yaşamam gerektiğini düşünüyordum. O kadar gaza gelmiştim ki USMLE'ye hazırlanmaya karar vermiştim. Türkiye'ye dönünce tabii ki yalan oldu bu düşünce; ama oradayken bu sınava hazırlanacağımdan son derece emindim. Adeta kendimi bulmuştum burada. İlk günden son güne kadar hiçbir şekilde bulunduğum ortamı yadırgamadım, adaptasyon problemi çekmedim. Sanki Amerika'ya ilk gelişim değildi, sanki devamlı buradaydım. O kadar benimsemiş, her bir anından o kadar keyif almıştım ki. Düşünsenize 14 gündür tek başıma, evimden, ülkemden kilometrelerce uzaktaydım. Kendimi hiç yalnız hissetmedim, hiç ciddi bir korku yaşamadım, hiç dönmek istemedim. Hayatım boyunca kendime yapabileceğim en sağlam kıyaktı diyebilirim. Neredeyse düğün kadar masraf yaptım. Zaten arkadaşlarıma sık sık söylüyorum "Bu tatili yaparak kendimle evlendim" diye. İyi ki yaptım ve iyi ki bu blogu yazdım! Çünkü yazdıkça o görüntüler gözümün önünde bir kez daha belirdi, tatilimi adeta yeniden yaşamış oldum. Okuduğunuz, benim için çok özel olan bu anıları benimle yaşadığınız için hepinize teşekkür ederim. Bir sonraki yazımda görüşmek üzere!
Veeee son kez: YU ES EY!
31 Mart 2020 Salı
Amerika Seyahatimi Anlatıyorum! - Bölüm 2
Herkese Merhaba!
-
Merhabalar! Bugün izninizle Carrie Bradshaw’lığa soyunacağım. Bilmeyenler için kısaca açıklayayım: Dizimizin başrolü olan Carrie, bir gaz...
-
Merhabalar. Bugünkü yazımın konusu cinsiyet. Kadın olmak, erkek olmak, duygu ve düşüncelerimiz, hayata bakış açımız, benzerliklerimiz, farkl...
-
Merhaba! Amerika tatilimin ikinci bölümünden selamlıyorum hepinizi. Bir önceki yazım ne kadar da uzunmuş, onu bile bölerek paylaşsam yeri...