Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

17 Ekim 2020 Cumartesi

Hayat ve Trajediler 2 - Yanlış Erkek

Herkese merhaba!

Başlıktan anlayacağınız üzere, bugünkü yazımda kadınların kanayan yarası olan yanlış erkek seçimiyle ilgili naçizane görüşlerimi paylaşacağım. Kim bu yanlış erkekler? Neden yanlışlar? Kapılıp gitmesi neden bu kadar cazip? Haydi bu soruların yanıtlarını birlikte bulalım.

Öncelikle yanlış erkeklerin sahip olduğu ve olamadığı özelliklerden bahsetmek istiyorum. İlk konu: değer vermek. Yanlış erkek size değer vermez. Değer veriyorsa bile kendi bencil normlarına göre, kendi istediği şekilde değer veriyordur. Bu da bana göre değer vermek olmuyor. Kendinizi değersiz hissettiğiniz her an bunu sorgulayın derim. “Bu insan beni ne kadar önemsiyor? Benim beklentilerime ne kadar karşılık veriyor? Beni ne kadar anlıyor ya da anlamak istiyor?” Değer veren insan, karşısındakini anlamak için çaba gösterir. Anlıyormuş gibi davranıp rol yapmaz. Hele ki kendisinden hiç taviz vermek istemeyen biri, ikili ilişkilerin insanı değildir. Yalnız olmalıdır ve zaten o da bunu seçmiştir.

Yanlış erkek dürüst değildir. Bazıları dürüst görünmeye çalışır, hatta epey de başarılı olur. Kimisi de açık sözlü görünen tavırlarının altında gerçek karakterini gizliyor olabilir. Peki kandırıldığımızı nasıl anlarız? Aşkın gözü gerçekten kör müdür, yoksa kör olmayı biz mi seçeriz? Bazı kadınlar peri masalında gibi yaşıyor. Kendilerine yarattıkları dünya gerçeklikten o kadar uzak ki, kış uykusunda gibi takılıyorlar. Sadık zannettikleri eşlerinin vukuatlarını biz bile duyuyorken onlara göre her şey toz pembe, her şey kusursuz, her şey mükemmel. Acaba aldatıldıklarını tahmin ediyorlar mı? Yoksa akıllarının ucundan bile geçmiyor mu? Erkekler gerçekten iyi yalancılar mı, yoksa biz mi kolay inanıyoruz? Bana göre olay şöyle: Bir kadın bir erkeği sevdiğinde, benliğinden bir parçayı ona armağan ediyor. Ona kalbinin en değerli ürününü, sevgisini veriyor. Sevmeye değeceğini düşündüğü insanın onu hayal kırıklığına uğratmayacağını, bu sevginin, bu emeklerin bir hiç uğruna olmayacağını kendisine ispat etmek ister gibi her geçen gün bu sevgisini derinleştiriyor. Eğer karşısındaki erkek onu üzecek, kıracak, sevgisini sorgulatacak bir şey yapmıyorsa, bu kadın uykusundan asla uyanmayacaktır. Erkeklerin iyi bir yalancı olmasına gerek yoktur, sevdiği insana inanmayı seçen bir kadın, kendisini bu yalanlara gerek duymadan da kandırabilir. Bir insanı isterseniz iki ay, isterseniz iki yıl, isterseniz yirmi yıldır tanıyor olun, eğer ona inanmayı seçtiyseniz, sadece görmek istediğinizi görebilirsiniz. Bu yüzden, insanlar uzun yıllardır ilişki içinde olup ayrıldıklarında “Meğer ben onu hiç tanımamışım.” cümlesini kurarlar.

Peki ya tam aksi gerçekleşirse? Kadın, sevdiği adamın aslında “o adam” olmadığını fark ederse? Hem de bunu acı bir şekilde öğrenirse? Gerçekler ortaya çıktığında, dünyan altüst olur. Emeklerin boşa gitmiş gibi hissedersin. Sahi, tam olarak ne için emek vermiştin? Tüm bunlar ne içindi? Kandırılmışlık hissi canını hiç olmadığı kadar acıtır. Bazen ağızdan çıkan bir söz bile insanda bu hissi uyandırabilir. “Benim sevdiğim adam bu adam olamaz.” düşüncesi zihnimizde beliriverir. Belki ilk ciddi kavga, belki ilk kriz, belki bir yalan, belki bir ihanet. Sebep her ne olursa olsun, karşımızdaki insanın bu zamana kadar bize karşı dürüst olmadığını sezdiğimiz o an, geri dönüşsüz sürecin başlangıcıdır. Çünkü konu ne olursa olsun, doğru insan dürüsttür.

Yanlış erkek manipülatiftir. Karşısındakinin fikirlerine değer veriyor gibi görünse de, gerçek hiçbir zaman öyle değildir. Ağzı iyi laf yapan erkekten her zaman korkmuşumdur. Gerçi az konuşan erkekten de korkmak lazım, onlar da sinsi olabiliyorlar. Bir kere erkeklerin, kadınları yanlarında taşıdıkları eşantiyon gibi görmekten vazgeçmeleri lazım. Kendilerini kadınlardan üstün görmeleri büyük bir yanılgı; ama maalesef çoğu bu düşünce içinde. Onlar daha zeki, onlar daha mantıklı, onlar daha becerikli, onlar daha güçlü, bu liste uzar gider. Böyle düşündükleri için, her zaman daha iyisini kendilerinin bildikleri yanılgısına düşüyorlar. İnanın bana, en eğitimli, en entelektüel erkek bile işine geldiğinde ataerkil düzenin gizli savunucularından olabiliyor. Kadın-erkek birlikteliği bir hayat paylaşımıdır. Bir alışveriştir. Sen üstünsün, ben üstünüm yarışı değildir. İnsanların özgürlüklerini elinden almak, onlara hakimiyet kurmak, kararlarına gereğinden fazla müdahale etmek, aslında gizli özgüvensizliğin dışa vurumudur. Erkek egemen toplumlarda yetişen erkeklerin, kendilerini “daha erkek” hissetmeleri için takındıkları bu tutum, kendi eksikliklerine yoğunlaşmaktan, daha iyi bir birey olma yolunda ilerleme çabası içinde olmaktan çok daha kolay, çok daha eforsuzdur. Hem kadınların çoğu da böyle erkekleri sever. Onları yönetsin, onlara “sahip çıksın”, onları kısıtlasın, onları kıskansın isterler. O zaman değişmenin, dönüşmenin ne gereği vardır ki? Konu arz-talep meselesiyse, gerisi teferruattır.

Yanlış erkek düşüncesizdir. Karşısındaki insanın hangi sözlere kırılıp güceneceğini tahmin edip, kelimelerini ona göre seçmek için çaba sarf etmez. Tepki gösterdiğinizde argümanı çoğu zaman: “Ben senin iyiliğin için söylüyorum.” olur. Sizi incitmemek için elinden geleni yapması gerekirken, özensiz davranışlarla size hayal kırıklığı yaşatmaya devam eder. Unutmamak gerekir ki, açık sözlü olmanın bir sınırı vardır. Bazen karşımızdakine duymaya ihtiyacı olduğu kelimeleri söylememiz gerekir, ya da duymak istemediği cümleleri söylemekten kaçınmak. Bu tutum, düşünceli olmaktan ileri gelir. Dürüstlüğü çiğnemek anlamına gelmez.

Bu kadar zaman yanlış erkeklerin bir sürü olumsuz yanından bahsettim. Peki bu adamlara bu huylarına rağmen nasıl katlanıyoruz? Birkaç tane pozitif özellik, diğer tüm negatif özellikleri nasıl arka plana itebiliyor? Biraz da bunlardan bahsedeceğim.

Yanlış erkeklerin çoğunun kadınlarla ilgili kabarık bir dosyası vardır. Bu adamlar çapkındırlar, güncel halleri öyle olmasa bile çok hızlı oldukları bir dönem mutlaka olmuştur. Bir sürü kalp kırmışlardır, bir sürü kadının ilgisiyle egolarını tatmin etmişlerdir. Artık sevilmenin, şefkatin, kısa süreli ilişkilerden daha cazip geldiği döneme girdiklerinde, nihayet bir ilişkiye hazır olduklarını düşünürler. Kadınları nasıl etkileyeceklerini iyi bilirler, ilgi dozunu profesyonelce ayarlarlar. Bilirler ki çoğu kadın mıç mıç tavırlardan, aşırı ilgiden hoşlanmaz. İlginin üstünde olduğunu hissetmek ister; ancak tek seçenek o olmamalıdır. “Prince Charming” birçok yeterli ve nitelikli aday arasından kendisini seçmelidir. Bu da kadınların ego tatmin yöntemidir. Bu erkekler rollerini çok güzel oynar, bir şekilde bu kadının kalbini kazanır. Nihayet, ilişki başlar.

Yanlış erkek başlangıçta sizi “seçerek” sizi prenses gibi hissettirse de, ilişkinin kontrolünü eline aldığında sizi değersizleştirmeye başlayacaktır. Artık sizi elde etmiştir, bir yere gitmeyeceğinizi biliyordur. Kalbinizi, sevginizi kazanmıştır ve siz bu sevgi için birçok olumsuz detayı görmezden gelebilirsiniz. Söz konusu sevgiyse, paylaşımınız da sizin için son derece özeldir. Kahvaltı yapmak, yürüyüş yapmak, film izlemek, yemek yemek gibi günlük aktiviteler bile, bunları sevdiğiniz insanla yapıyorsanız size dünyanın en güzel etkinliğiymiş gibi gelebilir. Hayat paylaştıkça güzeldir. Hayat bir oldukça güzeldir. Ama yanlış erkeği sevmek, yanlış erkeğe tüm maneviyatınızı adamak, sizden en değerli varlığınızı alacaktır. Kendinizi. Taviz verdikçe değersizleşirsiniz. Affettikçe zayıflığınız artar. Özgüveninizi günden güne yok eden bu adam karşısında her geçen gün gerçek kimliğinizden uzaklaşırsınız. Ve gün gelir, kendinizi tanıyamaz hale gelirsiniz. “Ben ne yaptım? Tüm bunlara nasıl göz yumdum? Kendime bu saygısızlığı nasıl yapabildim?” soruları kafanızın içinde yankılanır.

Sevmek çok güzeldir. Sevilmek de öyle. Birlikte uyumak, güne birlikte başlamak, el ele tutuşmak, kokusunu içine çekmek, dudağından öpmek, sarılmak… Ne kadar güzel duygular bunlar. Yanlış erkekle bile olsa güzeldir, o güzel anlar aklınıza geldiğinde ürperirsiniz, belki yüzünüzde küçük bir tebessüm belirir. Ancak, sizi siz olmaktan uzaklaştıran, yolunuzdan alıkoyan her şey, tarihin eski sayfalarında yerini almalıdır. İlerlemek için geçmişin iplerinden kurtulmalıyız. Kendimizi gerçekleştirmek için, gerçekten kim olduğumuzu bulmak için, özgürlüğü, yaşamı derinden hissedebilmek için yapmalıyız bunu. Yeni bir sayfa her zaman iyidir. Hem belki yolculuğumuza eşlik edecek doğru insan bir gün karşımıza çıkıverir. Neden olmasın?

12 Ekim 2020 Pazartesi

Hayat ve Trajediler - 1

Merhaba!

Uzun zamandır bu kadar kısa aralıklarla blog yazısı yazmamıştım. Bu sıralar bir şeyler yazmak, içimdekileri kelimelere dökmek bir nevi terapi gibi geliyor. Kafamın içinde dönen düşünceleri organize ediyor olabilmekten hoşlanıyorum sanırım. Düzen bağımlılığım her konuda geçerliliğini sürdürüyor anlayacağınız.

Bu yazı ile yeni bir yazı dizisine başlamayı planlıyorum. Günlükvari serisinden farklı olarak, hayatımdaki gelişmelerden ziyade, hayat, insanlar, ilişkiler hakkındaki düşüncelerimi, kafamdaki soru işaretlerini sizlerle paylaşmak istiyorum. 

Bu sıralar bilmem kaçıncı kez Sex and the City izliyorum. Belki de Carrie Bradshaw'lığa soyunma hevesim bundan kaynaklandı. SATC'nin bendeki yerini yakın çevrem fazlasıyla bilir. İnanır mısınız, yaş aldıkça, bir şeyleri daha fazla gözlemledikçe ve deneyimledikçe, dizide geçen olayları çok daha iyi özümsüyorsunuz. Aslında yaşadıklarımız aşağı yukarı aynı şeyler, aynı duygular. Sevgiler, nefretler, hayal kırıklıkları, takıntılar, duygusal açlıklar, manevi ihtiyaçlar… Liste uzadıkça uzar. Aynı senaryolar farklı insanlar arasında defalarca kez yaşanıyor. Tıpkı dış görünüş olarak bire bir aynımızın olabilmesi gibi, hayatlarımızın kopyaları da dünyanın çeşitli yerlerinde mevcut. Ne kadar tuhaf değil mi?

Dün İzmir’deki en yakın arkadaşımla uzun bir yürüyüş yaptık. Bazen çok neşeli konular, bazense bir o kadar depresif ve göze umutsuz görünen konular hakkında konuştuk. Bence hayat karışık kuruyemişe benziyor. Eğer rastgele bir barda önüne konulan bir kabın içindeyse, içinde bolca leblebi ve diğer işe yaramaz şeyler vardır. Caju, antep fıstığı, badem yemek istiyorsan bir kuruyemişçiye gidip en iyisini kendin seçip almalısın. Peki söz konusu hayat olduğunda, bize sunulanı yeterli bulmalı mıyız? Yoksa her zaman daha iyisi için çaba mı göstermeliyiz? Bazen çabalamak kötü sonuçlar doğurabiliyor. Daha lezzetli kuruyemişi yiyebilmek için devam mı etmeliyiz, yoksa elimizdekiyle mi yetinmeliyiz?

Hepimizin olmasa da çoğumuzun gayet düzgün görünen, elle tutulur bir ilişkisi olmuştur. Bana göre uzun süreli ilişkilerde mutlaka bir taraf daha fazla seviyordur. Hatta belki de her ilişkide bu dinamik böyledir. Daha fazla seven tarafa göre her şey oldukça yolundadır. Peki daha az seven? Ara sıra yoklayan o yetersizlik hissi görmezden gelinmesi gereken bir şey midir? Bu doyumsuzluk mudur, yoksa uyumlu görünen beraberliğin arkasında gizlenen uyumsuzluktan mı kaynaklanır? Sevgi eşitsizliği bir problem midir, yoksa bir dinamik mi? Başınıza iyice Carrie Bradshaw kesildiğimin farkındayım. Ama bunların cevaplaması zor sorular olduğunun siz de farkındasınızdır diye düşünüyorum.

Hayatım hep “iste, emek göster, elde et” sıralamasıyla ilerledi. Çünkü eğitim odaklı bir ailede yetiştim, bu yaşıma kadar kariyerimi inşaa etmeye uğraştım. Robot gibi programlanmak maalesef ki insan ilişkileri için pek uygun bir yöntem değil. Bir sınavdan geçer not alır gibi insanlardan geçer not alamazsın. Zaman gerekir, doğru iletişim gerekir, güven gerekir ve her şeyden önemlisi karşınızdakinin size geçit vermesi gerekir. Bu kimi zaman çok kolay olur, sorunsuzca ilerler. Kimi zaman orta zorluktadır, biraz zaman ve biraz anlayışla karşılıklı bir bağ kurulur. Kimi zamansa imkansızdır. Ne yaparsanız yapın, o insanın duvarlarını aşamazsınız.

Yakın zamanda karşımdaki insanın duvarlarına çarptım. Derdim neydi? O duvarı geçtiğimde ne olacaktı? Fethetmeyi mi seviyordum, güvenilir, sevgiyi hak eden biri olduğumu mu ispat etmeye uğraşıyordum? Neden onun sevgisini kazanmak istedim? Bunlar gerçekten kompleks sorular. Bazen düşünceler içinde gezinirken beynimin acıdığını hissediyorum. Parankim dokusunun ağrısı hissedilmez diye anlatılır; ama sanki birisi beynimi hamur gibi yoğuruyormuş gibi geliyor, ne yapayım?

Bir insanı elde etmek istemenin altında yatan birçok faktör var. Bahsettiğim durum illa ki kadın-erkek ilişkisi olmak zorunda değil. Bir arkadaşlık olarak da düşünebiliriz. Öncelikle o insanı yanımıza yakıştırıyoruz. Onunla vakit geçirmekten keyif alıyoruz. Herkesin belirli filtreleri vardır. Benim önceliğim zekâ ve espri anlayışıdır. Aynı şeylere güldüğüm birini kesinlikle çevremde tutmak isterim. Peki bu insan hayatımızdayken, bizimle zaman geçirip sohbet ediyorken biz ne elde etmiş oluyoruz? Bunun düzenli olarak devam etmesi, karşılıklı sevgiye ve bağlılığa dönüşmesi neden önem arz ediyor? Bana göre maneviyattan ileri gelen bir durum. Çoğumuz sevmek istiyoruz. Sevgi görmek istiyoruz. Hayat sadece somut başarılarla sürdürülebilecek bir şey değil. Sevgi kaynaklarımız elbette ki farklı. Kimisi en büyük desteğini ailesinden alır, kimisi arkadaşlarından, kimisi sevgilisinden.

Ben güven duygusuna ihtiyaç duyuyorum. Paylaşmaya ihtiyaç duyuyorum. Anlaşılmaya ihtiyaç duyuyorum. Bunun yanı sıra karşımdakini anlamayı, aynı dilden konuştuğumuzu görmeyi de seviyorum. Hayatın güzellikleri insanlarla bir oldukça, sevdikçe, değer verdikçe ortaya çıkıyor diye düşünüyorum. Bu benim. Böyle biriyim. Etrafımda böyle olmamdan son derece memnun onlarca insan var. Onların sevgisiyle sarılmış haldeyim. Yanımdalar, fiziken yanımda olamasalar bile varlıklarını, desteklerini hissedebiliyorum. Ben gücümü bu güzel dostlukların beni sarıp sarmalamasından alıyorum; çünkü hayattaki en büyük yatırımım sevgi.

Geçmişimizde kalan, hatırlamaktan hoşnut olmadığımız zamanlar vardır. Yanlış seçimler, yanlış davranışlar, kurulan yanlış cümleler… Bana göre çıkarmamız gereken dersleri çıkardıysak, konu kapanmalıdır. Her geçen gün büyüyoruz, her geçen gün olgunlaşıyoruz, yeni bakış açıları ediniyoruz. Yeni hatalar da yapıyoruz ki, ileride bunlar üzerine düşünebilelim, onları da çözüp yolumuza devam edebilelim. Bu kadar optimist düşüncelere sahip olmama rağmen, egosal bir savaştan mı kaynaklanır bilinmez, bazı konularda kendimi affetmekte güçlük çekiyorum. Kendimi üst düzey mahkemede yargılıyormuşum gibi hissediyorum. Beni benim kadar acımasız eleştiren, üstüme gelen kimse yok aslında. Çünkü kimse beni, benim kendimi önemsediğim kadar önemseyemez. Kimse benim hayatımı yaşamıyor. Herkes kendi dünyasında. Yakın çevremiz dışındaki diğer tüm insanlar hayatımızda figürandan öteye geçemiyor. Aslında bu sancılı süreci biz yaratıyoruz, bir başkası değil.

Biraz konu değişikliğine gideceğim. Merkür retrosu başlıyormuş ve en çok etkileyeceği burçlardan biri benim burcum olan Akrep’miş. Bu dönemde geçmişi düşünüp hırslanmam, öfkelenmem bekleniyormuş. Enough with the tragedy! Astroloji bile yakamı bırakmıyor baksanıza.

Bu kadar çok şeyi yaşamak, düşünmek, çözmek zorunda mıydım? Kazandığımız veya kazandığımızı düşündüğümüz farkındalıklar bizi daha iyi bir yere mi götürüyor, yoksa hayatımızın dinamiğini mi bozuyoruz? Düşünmek yerine sadece yaşamak mı lazım? Son günlerde o kadar çok şey düşündüm, o kadar çok şey hissettim ki, 20 gün yoğun bakımda bilinçsiz bir şekilde uyusam kendime ancak gelirim herhalde. En iyisi biraz ara vereyim. Umarım yaptığım çıkarımlar beni güzel bir noktaya ulaştırır. Umarım boş yere çırpınmıyorumdur. Umarım benzer senaryolar tekrar yaşandığında tüm bunları unutup alışılagelmiş davranışlarımı sergilemem. 

Bir sonraki yazıda görüşmek üzere!

11 Ekim 2020 Pazar

Günlükvari 7 - Dinginlik

Herkese iyi pazarlar!

Güzel bir kahvaltı sonrası çayımı yudumlarken içimden blog yazısı yazmak geldi. Ben de hevesimi yitirmeden bilgisayarımı açıp yazmaya başladım. Tweetlerimden anlayacağınız üzere son zamanlarda pek iç açıcı günler geçirmiyorum. Aslında tamamen kötü de diyemem; çünkü senelerdir hayalini kurduğum olay tam da hayatımın en boktan günlerini yaşadığımı düşündüğüm dönemde gerçekleşti. Demek ki hayatın bir bildiği var. Seni önce dibe çekiyor, ya da kendin bile isteye dipte olmayı tercih ediyorsun, sonrasında bir kurtuluş yolu sunarak seni dengeye ulaştırıyor.

Yaşadığım onca olumsuzluğa rağmen gerçekten şanslı bir insan olduğumu düşünüyorum. İşler ne kadar ters gidiyor gibi görünse de, bir şekilde paçayı kurtarabiliyorum. Öyle ki, ben hareketliyim, ben tezcanlıyım, bir şeylerin olmasını beklemektense kendim gidip almayı tercih ederim. Bu demektir ki, ben yaşayarak öğreneceğim. Belki kulağa fazla cüretkâr bir tutum gibi geliyor ama öyle. Öyleyim. İçimden gelen dürüst olmak, içimden gelen açık ve net olmak. Oyunsuz olmak, yalansız olmak.

Kendime 2 ay boyunca işkence uyguladım. Yaşadıklarımdan ziyade hissettiklerim çok ağır geldi. Aslında kimse bana bir şey yapmıyordu, kendim çalıp kendim oynuyordum. Kimse üzerimde büyük oyunlar planlamıyor, kimse beni manipüle etmiyordu. Hatta kimse beni umursamıyordu desem yalan olmaz. Ben bütün duygularımı aldım, üstüne düşündüm, o duyguları filizlenmiş bir tohumdan olgun bir hasata dönüştürdüm. Büyüttüm, büyüttüm ve sonrasında o duygular kontrol edemeyeceğim boyuta ulaştı. Platonik aşka oldum olası meyilim vardır; ama bu yaşta yeniden yaşayacağım aklımın ucundan geçmezdi doğrusu. Platonik aşkın güzel yanı, içinde yaşarsın ve dışarıya belli etmezsin. O senin kendinle olan özelindir. Benimkisi içten içe karşılık bulma umuduna tutunarak içimde de kalamadı. Patladı gitti.

Kendimle ilgili çözmem gereken, bundan sonraki hayatıma taşımamam gereken şeyler var. Her gün bunlar üzerinde düşünüyorum. Kimi zaman olayı profesyonelce ele alabiliyorken kimi zaman da ruhsal bunalımların esiri olabiliyorum. Neticede beni iyileştirebilecek temel şey zaman. Durum tespitleri, mantıksal açıklamalar bir yere kadar. Zamana bırakıp, üzerinde daha az düşünmeye başladığında, hatta aklına geldiğinde kendinle dalga geçebilmeye başladığında artık atlatıyorsun demektir. Bu günlerin uzakta olmadığını biliyorum.

Hayatta neyi isteyip neyi istemediğimi biliyorum. Aslında bunu oldum olası biliyordum; ama bir süre gözlerimi kapatmak istedim. Çünkü merak ediyordum. Mantığım yüzünden yaşamayı reddedeceğim şeyler belki de hayatımda eksiklik yaratacaktı. Artık böyle bir konunun yaşayarak görmemem gereken bir şey olduğunu biliyorum. Hassas bir kalbim var. Ne kadar dirayetli görünsem de kaldırabileceklerim ve kaldıramayacaklarım var. Üstüne üstlük bir de öngöremediklerim vardı. Ben bu duyguları içimde büyütürken, karşımdaki insanın gerçek karakterinden bihabermişim. Meğer dürüst olan bir tek benmişim.

Bundan sonra kendim için doğru olan şeyleri yapmaya çalışacağım. Eğer duygularım beni yanlış yola sürüklüyorsa, bu sefer onların peşinden gitmeyeceğim. Hiçbir duygu, kişinin kendisine olan saygısından daha değerli değil. Kendime bunu hatırlatacağım. Ben sevgiye aşık biriyim. Sevmeyi seviyorum. Dostlarımı, ailemi, kedimi çok derinden seviyorum ve o sevgi bana huzur veriyor, beni hem dinginleştiriyor, hem de bana yaşam enerjisi veriyor. Artık yanlış insanları sevmek istemiyorum. Onlar benim için yanlışlar, onlar belki de herkes için yanlışlar. Ürettiğim o büyük enerjinin yere çakılışını görmek istemiyorum. Hak ettiği insana ulaşmayacaksa, hiç oluşmasın istiyorum.

Hayatımda yeni bir dönem başladı. Artık haftada bir gün bir mekânda sahne alıyorum. 2 yıl önceki blog yazımda, bu durumdan kurduğum küçük bir hayal olarak bahsetmiştim. O hayal nihayet gerçekleşti. İstediğim repertuarla, istediğim gibi bir yerde müzik yapıyorum. “Şu şarkıyı ekleyelim, bunu çıkartalım, bunu böyle çalalım, şunun şurasını böyle yapalım” gibi tatlı telaşlarım var artık. Diyafram nefesi ve ses egzersizleri çalışıyorum. Kolay kısılmaya meyilli bir sesim var. Yüksek sesle konuşmamdan, sesimi iyi kullanmamamdan kaynaklanıyormuş. Sigarayı bıraktım. Papatya çayı, zencefil çayı içmeye başladım. Diyafram nefesini günlük hayatıma da entegre etmeye çalışıyorum. Bana göre belirgin bir gelişme var. Umarım gösterdiğim bu özenle sesimi koruyabilirim.

Şarkı söylerken yaşadığımı hissediyorum. Dans ederken yaşadığımı hissediyorum. Bunlar beni hayata bağlayan şeyler. Tam da hayattan kopmaya başladığımı, artık bu kalp kırıklıklarına, bu hayal kırıklıklarına daha fazla tahammül edemeyeceğimi düşündüğüm dönemde bana öyle iyi geldi ki.

Benim kompleks olma, ulaşılamaz olma gayelerim yok. Kimine göre basitim, kimine göre karman çormanım. Bana göreyse yorgunum. Hiçbir şey için ekstra çaba sarf edemeyecek kadar yorgunum. Hayat beni alsın, götürsün bir süre. Düşünecek fırsat bile bulamayacağım günler içinde kaybolayım. Rutinin içine karışayım. Sonra beni usulca kıyıya bırakıversin, uzun süredir içinde olduğum sudan kendi isteğimle, kendi gücümle çıkayım. Biliyorum ki o zaman geldiğinde yeniden doğmuş gibi olacağım.

12 Eylül 2020 Cumartesi

Derin Melankoli

 Herkese merhaba!

İstikrar reis olarak elbette ki sözümü tutmadım ve bilmem kaç ay sonra yeni yazımı yazıyorum. Aslında yazıya dökebilecek birçok his barındırıyordum içimde. Kimi zaman dertleşmek istiyordum, kimi zaman kendimi anlayabilmek için yazmak. Birkaç kısa not yazdım; ama o kadarla kaldı. İşte bugün biraz dertleşme, biraz kendimle yüzleşme, biraz hasret giderme temalı bir blog yazısı yazmaya karar verdim. Bakalım ortaya nasıl bir şey çıkacak.

Temmuz ayını kırık ayakla geçirdikten sonra Ağustos ayı gelip çattığında yıllık izin çanları da çalmaya başladı. Ayın 15’inde çıkacaktım. O gün gelene kadar akla karayı seçtim diyebilirim. Artık her şeyden, herkesten uzaklaşmak ister bir halim vardı. Ne polikliniğe gelmek istiyordum ne de nöbet tutmak. Artık off yaptığımız günlerden de eser kalmamıştı. Nöbet ertesi poliklinik çilesi beni epeyce yıprattı. Yıllık iznimi iki bölüm olarak ayırmıştım. İlk 10 gün ailemi görecek, ikinci 10 gününde de Datça ve Kaş’a gidecektim. Orada da denk gelebildiğim arkadaşlarımla hasret giderip yalnız kaldığım anlarda melankolinin dibine vurmayı planlıyordum. Neden mi melankoli? İşte o kısım biraz hüzünlü.

Özel hayatımı sosyal medyada çok fazla anlatmam, yazıp çizmem. Olaylardan ziyade duygularımı ifade etmeyi tercih ederim. Son günlerde bu duygular beni bir hayli yoruyor, yıpratıyor. Bana iyi gelmeyen bir noktaya vardığı için, daha fazla dallanıp budaklanmadan sonlanması benim için en iyisi olacak. Kendime haksızlık etmek istemiyorum. Kendime kötü davranmak istemiyorum. Hak etmiyorum çünkü bu halde olmayı. Önceden karşımdakine topu atardım. Onu bencil, düşüncesiz, kötü biri olarak görür, kendimi bir nevi kurban psikolojisine sokardım. Aslında bu tek taraflı ve objektiflikten uzak bir yaklaşım. Derdinizi dinleyen arkadaşlarınızın sizi üzen insanları boklayarak sizi rahatlatmaya çalışması gibi bir şey. Onlar sizi görüyor, sizden dinliyor da öyle düşünüyor. Peki ya biz? Olayın baş kahramanı olarak ne kadar objektifiz? Ne kadar anlayışlıyız? Ne kadar kendimize, ne kadar karşımızdakine odaklıyız? Başlarda kafa karıştırıcı olsa da, artık yaşadığım olayları üçüncü bir göz gibi izlemeyi öğrendim. Ben bir ömür boyu kendi zihnimde, kendi bedenimde var olacağım. Bu noktada kendimle ilgili sorunları çözebilmem, dersler çıkarabilmem, karşımdaki insanın hatalarını fark etmekten daha değerli. Kimi zaman da ölçüyü kaçırıp karşı tarafa inanılmaz anlayışlı olabiliyorum. Bunun dengesini kurmak gerçekten zor. Optimize edebilmek için tecrübe ve olgunluk gerekiyor. Kendini kabullenme kısmını hallettikten sonra gerisi çok daha kolay ilerliyor.

Kendimi sorguluyorum. Niyetimi, içimden geçenleri. İçimde en ufak bir kötü niyet yok. Ruhsal bir arayıştayım. Bana eşlik edecek insanı arıyorum. Kimi zaman bu düşünceden vazgeçip daha bireysel bir dönem geçiriyorum. Ama bir süre sonra tekrardan geliveriyor bu istek. Yanlış bir istek mi, değil. Gayet doğal, gayet olağan. Bu durumu öylesine bir insanla var etme düşüncesinde değilim. Doğru enerji, doğru an, doğru etkileşim olmalı. Peki neden bir türlü olmuyor? Yanlış kişilerden yanlış beklentilere nasıl girebiliyorum? Bir taraftan her şeyin farkında olup diğer taraftan da kör olmak istiyorum. Sanırım bu da benim sınavım. Duygu denilen şey kolayca yönlendirilemiyor. Bir kalıba sokulup, sınırları çizilemiyor. Akıp gidiyor. Sen durdurmaya çalıştıkça başka bir yerden patlak veriyor. En iyisi kabullenip yaşamak sanırım. Neticede her şeyin bir ömrü var. Raf ömrünü doldurduktan sonra kendine geliyor insan.

Datça ve Kaş’ta geçirdiğim kimi zaman inanılmaz enerjik, kimi zaman inanılmaz dingin günler, gerçekten çok şey kattı bana. Bol bol yüzdüm. Suda belki de hiç geçirmediğim kadar uzun süre vakit geçirdim. Öyle güzeldi ki. Daldım daldım çıktım. Bazen önceki hayatımın denizde geçtiğini düşünüyorum. Kendimi bu kadar ait hissettiğim başka bir ortam yok. Suyun içinde olmak kadar beni rehabilite eden başka bir şey de yok.

Son bir ayım duygusal anlamda büyük bir çöküş içinde geçti. Çok gözyaşı döktüm. Ağlamak dıştan görünebileni. Bazen ruhum o kadar acı içinde oluyor ki, dışarıya yansıtabilecek dermanım bile kalmıyor. Bu anlarda duşa giriyorum, su üstümden akarken bu yıkıcı, boğucu hislerin geçmesini bekliyorum. Elbette geçecek, beni terk edecekler. Her türlü acının bir iyileşme süreci var. Maalesef ki yanlış yolda olduğunu fark edip içinde bulunduğun durumdan çıkma kararını vermek, mevcut hislerini bir anda öldürmüyor. En azından şu anda bir şeylerin doğru yolda ilerlediğini biliyorum. Bazen o yoldan bile bile ayrılmak geliyor içimden. Ama her ayrılışımda çıkmaz sokağa gireceğimi biliyorum. Bir nevi ana yolda kalmak için çabalıyorum. Kendim için doğru olanı yapıyor olmak güvende hissettiriyor.

Sanırım büyümek bu. Kendini kabullenmek, olanı kabullenmek, verebileceğinden daha fazlasını vermemek. Bu yıl benim için belki de bir dönüm noktasıydı. Hiç bu kadar olgun davrandığımı, düşündüğümü hatırlamıyorum. Umarım önümde beni bekleyen daha aydınlık günler vardır. Umarım bitmesi için mücadele vermek yerine yaşatabileceğim, çoğaltabileceğim sevgiyi bir gün bulabilirim.  

7 Temmuz 2020 Salı

Günlükvari 6 - Arayı Biraz Kapatalım


Herkese merhaba!

Yaklaşık 2 aydır blogta yazı yazmamışım. Aslında bunun farkındaydım; ama bir türlü buraya odaklanamıyordum. Malum yaz mevsimindeyiz, hâlâ COVID-19 sürecinin içindeyiz. Dikkatimi dağıtan, beni yazmaktan alıkoyan birçok durum vardı anlayacağınız.

Mayıs ayında çok özel bir dönem geçirdim. Kendimle kaldığım bu süreç bireysel gibi görünse de aslında ben hayatın içine karışmış, kaybolmuş ve bu kayboluştan da son derece memnundum. Tektim ama sanki herkestim. Hayatımın bundan sonraki günlerine taşımak istediğim güzellikler keşfettim. Haziran ayı bu kadar dingin geçmedi. Çalışma düzenimizin değişip poliklinik düzenine geri dönmemiz bunun başlıca sebebiydi sanırım. Hayat yoğun bir şekilde akıp geçerken her aşamasında “pause” tuşuna basıp irdeleme fırsatın olmuyor. Onu da akışında yaşamak lazım. Ben de öyle yaptım. Elbette ki zorlandığım anlar oldu. Kendimi yepyeni bir insan olarak düşünüyordum. Bu düşünceyi günlük hayatta da uygulayabileceğim, hayata geçirebileceğim dönem başlamıştı. İlk günlerde bunun sınavını verdiğimi zannettim. Aslında olayın böyle olmadığını, benim her şeyimle ben olduğumu fark ettim. Geçirdiğim bu süreç bir başkalaşım değildi, bir dönüşüm sürecinin başlangıcıydı sadece. Ama ben benim, 1 yıl önceki halim de, 10 yıl önceki halim de, 1 saniye önceki halim de. Müthiş bir dinamizme kapıldım, her an değiştiğimi düşündüm. Evet bu da doğruydu, sanki her an yeni bir ben çıkıyordu ortaya. Ama bu yeni çıkan ben, eskileri öldürmüyordu. İçimde onlardan da bir parçayı taşıyordum ve bu kötü bir şey değildi. Sonuçta ben kendimi tamamen yıkmak, yok etmek istemiyorum. Kendimi kabul etmek istiyorum. Kendimi sevmek, sonra da insanları sevmek…

Açıklayabildiğim kadarıyla böyle bir süreçten geçtim işte. Keyifli bir yolculuk. Şu günlerde en sevdiğim mevsimi yaşıyoruz. Yaz benim için o kadar değerli ki, takvim her ilerlediğinde içim burkulur. Her ne kadar zor bir dönemden geçsek de, içimizde yaşama hevesi, heyecanlar var. Bunun olması kadar da güzel bir şey yok.

Gelelim son dönemde başıma gelen trajikomik olaya… Farkında bile olmadan ayağımı kırmışım. Nasıl başardığımı soracak olursanız, tam olarak ben de bilmiyorum. Mikrotravma sonrası ayağıma iyi bakmamaktan kaynaklı stres kırığı gelişmiş. Ben ayağımdaki ağrıyı ciddiye almadıkça durum ilerlemiş anlayacağınız. Kırk yıl düşünsem ayağımı kırıp 3 hafta boyu fark etmeyeceğim aklıma gelmezdi. İşin ilginç tarafı, dizim için MR çektirecekken, “Ayağım da ağrıyordu, onun da MR’ını çektireyim bari” diyerek bu görüntülemeyi çektirmiş olmam. Asıl şikâyetim o değildi yani. Dizim sağlam, ayağım kırık çıkınca şok oldum. Neyse, bu da vermem gereken bir sınavmış. Yoga pratiklerim, egzersizlerim, çekmeyi planladığım dans videolarım rafa kalktı. Ağrı kesici ve buzla istirahat etmekteyim. Umarım en kısa zamanda iyileşirim.

Evde olmak güzel; ama karantina dönemindeki gibi bol egzersizle geçiremediğim için biraz can sıkıcı. Aşk-ı Memnu’yu bitirmek üzereyim. Galiba ben bu diziyi hiçbir zaman tam olarak izlememişim. Her seferinde yeni bir detay keşfedebiliyorum. Akıştan da tam olarak haberim yok, bir sonraki bölümde ne olacağını pek bilmiyorum. İzlediğimde hatırlar gibi oluyorum. Yani sanki her sene daha önce hiç izlememişim gibi bir durum söz konusu oluyor. Ama zannedersem ilk defa bu sene pek kopma yaşamadan izleyebildim. Artık olaylara son derece hakimim. Pandemi sağ olsun. Ayy acaba Aşk-ı Memnu karakter analizi mi yapsam? Belki bir sonraki yazının konusu bu olabilir. İlginç bir şekilde, blogta en çok okunan yazım “Sex and The City karakter analizi” yazım olmuş. Sanırım insanlar bu tarz çerez yazıları oldukça seviyor. Zaten ben de inanılmaz derin şeyler yazmıyorum.

Sanırım şimdilik anlatacaklarım bu kadar. Bir sonraki yazıda Aşk-ı Memnu'yu yazmasam bile belli bir konuyu ele alırım diye tahmin ediyorum. Umarım her şey herkes için güzel olur. Hoşça kalın!

17 Mayıs 2020 Pazar

Günlükvari 5- İçsel Aydınlanış Görüntülüyorum


Merhaba! Hepinize mutlu bir Pazar günü dileyerek yazıma başlıyorum. Amerika tatilimi anlattığımdan beri blog için birkaç yazı denemem olsa da, bir şekilde hepsi yarım kaldı ve sizlerle paylaşamadım. Bugün dikkatimi başka bir şeyin dağıtmasına izin vermeden sizlere son günlerde nasıl bir süreçten geçtiğimi anlatacağım.

Günler birbirini kovalıyor, hava giderek daha da sıcak oluyor ve biz yine evlerdeyiz. Hepimizin karantina süreci farklı bir hale evrildi, farkındayım. Benimki de öyle. İlk zamanlar, bir süreliğine ihtiyacım olan şeyin evde kalmak olduğuna son derece ikna olmuş durumdaydım. İşten yorulmuştum, iş çıkışı “günüm boşa gitmiş olmasın” düşüncesiyle kendimi oradan oraya sürüklediğimi, sürekli aktivite kovalayarak hayatımı yaşanılır kılmaya çabaladığımı fark etmiş, biraz evime, kendime vakit ayırmamın bana iyi geleceğini düşünmüştüm. Öyle de oldu. 

Öncelikle ahıra dönmüş olan evimi yaşanılır kıldım. Evim hiçbir zaman dağınık olmaz; ama temizliği hakkında aynı şeyi söyleyemeyeceğim. O kadar kirliydi ki, ayakkabıyla gezsem bir şey fark etmezdi diyebilirim. Temizlik yapmaktan da, eve temizlikçi çağırıp onu beklemekten de nefret ediyorum. İnanılmaz bir zaman kaybı gibi geliyor bana. 2 haftada bir, belki ayda bir bile olacak olsa, bundan bir şekilde kaçıyordum. Evimin kirli olduğunu bilmek de, evde durmama isteğimi arttırıyordu. Devamlı dışarıda olup eve sadece uyumaya geliyordum. Karantina süreci başlayınca mecburen evimi düzenli bir şekilde temizlemek zorunda kaldım. Eh, vakit sıkıntım da yoktu. Aslında evim 2+1, küçük sayılabilecek, temizliği kolay bir ev. Ama ben hayatımı dışarıda yaşamaya o kadar odaklanmıştım ki, bu iş bana son derece zor geliyordu. Artık daha fazla kaçamazdım. Evimi baştan sona temizledim, mutfağımı yeniden düzenledim, bir sürü araç-gereç aldım, bol bol mutfak alışverişi yaptım. Kışlıkları kaldırdım, yazlık kıyafetlerimi çıkardım. Karantina marantina dinlemeden yeni yazlık kıyafetler aldım. Hayata dair en sevdiğim şeylerden biri olan yaz mevsimini olabildiğince mutlu karşılamaya çalıştım. Tabii ki endişelerim var, bütün yazı evde geçirmeyi herkes gibi ben de hiç istemiyorum. Ama şimdilik bu düşünceleri ertelemek en mantıklısı diye düşünüyorum. En hayırlısı neyse o olsun.

Instagram'daki müzik hesabım olan evcil_music'te biraz daha geniş aralıklarla paylaşım yaptım. İlk zamanlardaki yüksek hevesim kalmadı açıkçası. Biraz daha kendime dönmek istedim sanırım. Yani zaten influencer değilim, küçük bir kitlem var. Spor yapacak olan daha önce çekmiş olduğum videolardan faydalanabilir. Kimse yeni bir şey üreteyim diye kapımda beklemiyor. Ben de içimden gelmesini bekledim. Evdeyken bir anım bir anımı tutmayabiliyor. Bazen müthiş enerjik, her şeyi yapabilecek güçte ve inançta olabiliyorken bazen de kabuğuma çekilmek, kendimi dinlemek isteyebiliyorum. Yalnız olmam da etkili elbette. Kedişim de olmasa ne yapardım bilmiyorum. Geçtiğimiz günlerde pencereden düştü, çok şükür şu an iyi ama bu durum beni derinden etkiledi. Şükürler olsun ki ufak bir hasarla atlattık.

Karantina sürecinde benim esas terapi alanım mutfaktı. Mutfakta bulunmak beni inanılmaz mutlu ediyor. Zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorum. Hele bir de kulaklığımı takmış, son zamanlardaki en sevdiğim şarkıları dinliyorsam, demeyin keyfime! Bir sürü sağlıklı tarif denedim. Favorim İdil Yazar’ın üç malzemeli dondurma tarifleri oldu. Yaz mevsiminin en önemli yiyecek sembolü dondurmadır. Sonra da karpuz gelir benim için. Açıkçası hazır dondurmaların tadı o kadar hoşuma gitmiyor (Magnum hariç). Pastane dondurmasını da şu dönemde bulmak zor. Muz, çilek, chia ile 5 dakikada dondurma hazırlıyorsun ve gayet de lezzetli oluyor. Kesinlikle öneriyorum.

Yogadan bahsetmemek olmaz. Çetin Çetintaş’ın videoları ile başladığımı söylemiştim. Adam gerçekten işinin ehli biri. Videolarını her gün yapmaya çalıştım. Kimi zaman nöbet nedeniyle, kimi zaman yorgun olmam nedeniyle atlasam da genel olarak uyum gösterdim ve günden güne geliştiğimi fark ettim. Eğer karantina süreci yaşanmasaydı tanışmak için çok bile geç kaldığım yoga hayatıma girmeyecekti. Tüm içtenliğimle söylüyorum, hayatımın en önemli kazanımlardan biri oldu yoga. Belki hiçbir ilgisi olmayan bir insan için söylediklerim komik gelebilir; ama bedenimin günden güne güçlendiğini, nefes alışverişimin bile düzeldiğini, daha rahat uyku uyuduğumu, senelerdir çektiğim vücut ağrılarımın çok büyük ölçüde azaldığını gördüğüm için yogayı ne kadar övsem yeterli olmaz gibi geliyor. Daha bir dinginleştim, kendime döndüm, ne bileyim gerçekten bir takım aydınlanmalar yaşandı içimde. Meditasyon yapmayı henüz denemedim. Osho’nun Korku kitabına başladım, oradaki önerileri uygulamaya çalışıyorum. Kitapta, meditasyonun bir işi tam yapmak, kendini tam olarak yaptığın iş her ne ise ona adamak olduğundan bahsediliyor. “Eğer bunu uygulayabiliyorsanız meditasyon yapmanıza gerek yok” diyor. Ben de yarım yamalak ilgilendiğim, odaklanamadığım durumlardan kendimi uzaklaştırmaya karar verdim. Zaman telaşı olmaksızın yaşamaya çalışıyorum. Bu süreçte kazandığım farkındalıklara şükrediyorum. Beren Saat’e dönüştüm galiba hahahah!

Son olarak Mücbir Sebepler’den bahsetmek istiyorum. Her gece 00:30-01:30 arası olan bu Instagram canlı yayınını duymayan kalmadı sanırım. Benim de neşem oldu diyebilirim. Nedense en çok Kuşum Aydın’ın storylerini inceledikleri bölüme gülüyorum. Adam umarsızca belgesel, film, ne bulursa yorumluyor. Canlı yayındaki ürün yerleştirmeleri de ayrı bir komedi. Yani çok bir beklenti olmaksızın izlediğinizde epeyce eğlenebiliyorsunuz bu yayında. Ama “İnanılmaz komik şeyler olacak” diye düşünmeyin. Resmen durum komedisi dönüyor, kendileri bile ne olacağından habersiz yapıyor zaten.

Galiba yazımın sonuna geldim. Bu süreçte evde yapılabilecek her şeyi yaptım. Ekmek yapmadım çünkü normalde de sık tükettiğim bir şey değil, yapsam kesin küflenirdi. Buzdolabına koyup çıkarınca da tadı güzel kalmıyor. Gerek yok. Neyse işte. Artık yüzmek istiyorum. Gerçekten bu konuyu da çözersek bir süre daha bu şekilde yaşayabilirim. Yüzemeyeceksek de hava sıcaklığı biraz düşsün nolur canım rabbim, bu nedir ya???

Kendinize iyi bakın, bir sonraki yazımı yayınladığımda umarım daha güzel gelişmeler yaşanmış olur. Hoşça kalın!

9 Nisan 2020 Perşembe

Amerika Seyahatimi Anlatıyorum! - Bölüm 3

Merhaba! 
Amerika seyahatimin son düzlüğüne girmiş durumdayız! İlk iki yazıyı nasıl buldunuz bilmiyorum; ama ben anlatırken o günleri tekrar tekrar yaşadım ve sizlerle paylaşmaktan büyük keyif aldım. Bugünkü yazımda Las Vegas ve San Francisco’daki maceralarımdan bahsedeceğim. Özellikle Las Vegas’taki anılarım yüzünüzü epey güldürecek.
Biliyorsunuz ki Las Vegas, Nevada eyaletinde çölün ortasına kurulmuş, sıcak, kurak bir şehir. Hatta benim bulunduğum tarihlerde meşhur Burning Man festivali vardı. Hiç öyle değişik kafalarda olmadığım için festivale katılmak aklımın ucundan bile geçmemişti açıkçası. Ben dümdüz bir mentaliteyle, güzel bir otelde konaklayacak, yiyip içecek, dinlenecektim. Kumar kısmı bile kafamda belirsizdi. Kuzenimin eşi mutlaka oynamam gerektiğini söyledi. Annesi bir keresinde 700$ kazanmış. Kendisinin de ona yakın civarlarda kazanmışlığı varmış. Kazanma ihtimali için değil, eğlencesine oynamamı önerdi. “Günlük 100-200$ aralığında oynayabilirsin, nasılsa alkol bedava, hem içiyorsun hem de kumar oynayıp eğleniyorsun.” dedi. Hay demez olaydı diyeceğim de, neyse henüz bunları konuşmak için erken.
Las Vegas’taki havaalanında bile ufak bir casino ortamı mevcut. Bence bir karşılamadan ziyade tatil boyunca kaybeden insanların “Gitmeden son bir kez şansımı deneyeyim.” diye düşünerek oynadığı makineler bunlar. Tabii olanları şu an daha net gözlemleyebiliyorum… İlk gördüğümde “Aaa ne tatlıı” demiştim.
Havaalanından Uber ile kalacağım otele doğru yola çıktım. Akşamüstüydü. Kalacağım otel, yine kuzenimin eşinin seçtiği Venetian Resort’tu. Güzel bir suitte konaklayacaktım. Kendisi geçmiş tecrübelerinden faydalanarak seçmiş bu oteli. Bakalım beni nasıl bir yer bekliyordu. Uzun sayılabilecek bir Uber yolculuğundan sonra otele vardık. Gerçekten kocaman, filmlerdeki gibi bir oteldi. Zaten her yer buna benzer otellerle doluydu. Oteller uzaktan kartondan maketleri andırıyordu. Birbirleriyle alakası olmayan, hatta oldukça uyumsuz denilebilecek kocaman binalardı. Otelin önünde limuzinler duruyordu. İçeri girdim. Kocaman bir lobi vardı karşımda. Yüksek tavanlı, gösterişli bir binaydı. Dışarının sıcaklığından sonra klimalı, serin mi serin bir ortamdı. Rahat bir nefes alıp check-in sırasına girdim. Kısa sayılabilecek bir sürede işlemlerim yapıldı, kartım teslim edildi. Valizimle odaların olduğu bölümü bulmaya koyuldum. Otelin lobisinden biraz ilerleyince karşınıza dev bir casino çıkıyor. İşte bütün bu pisliğin döndüğü ortam. Casinoyu geçince odaların olduğu, güvenliğin kart kontrolü yaptığı kısıma varıyorsunuz. Asansörlere buradan binip odanıza gidiyorsunuz. Benim odam 21. kattaydı. Heyecanla asansöre bindim. Asansör elbette ki oldukça hızlı hareket ediyordu. Katıma geldim, kapı kapı bakınarak odamı buldum. Hey maşallah! Şaheser bir odaydı bu! Giriş kısmında geniş bir hol, büyük bir boy aynası, sağ tarafta kocaman bir banyo, hem küvet, hem duşakabin, kocaman aynalar, şık bir lavabo, king size bir yatak, aşağı kısımdaysa (mini bir merdiven ile aşağı iniliyordu) kocaman geniş koltuklar, dev bir plazma TV, masa, sandalye bulunuyordu. Gerçekten gösteriş buymuş dedirtti bana. Odada ütü masası ve ütü bulunuyordu. Bu daha önce kaldığım otellerde olmayan artı bir lükstü. Bol bol şampuan, saç kremi, duş jeli, nemlendirici krem konulmuştu. Mini buzdolabına pek bulaşmayı düşünmüyordum; ama o da oldukça cazip görünüyordu.

    

Hızlıca valizimi açıp üstümü değiştirdim. Akşam yemeği yemek üzere odadan çıktım. Zemin kata indim, otelin haritasını açarak yiyecek alanını aramaya başladım. Şöyle ki, Las Vegas’ta oteller bir nevi AVM gibiydi. Hepsinin food-court alanı vardı ve buradan ücretle yemek yiyordun. Benim kafamda düşündüğüm gibi bir otel restoranı yoktu yani. Hepsinin geniş alışveriş bölümleri vardı, en ünlü mağazaların şubeleriydi bunlar. Burada da alışverişini yapıyordun. Aşağıya inip casinoda kumarını oynuyordun. Resmen delice bir tüketim çılgınlığı vardı burada!
Bir restoran seçip oturdum. Hamburger siparişi verdim. Yanına da salata söyledim. Gayet lezzetliydi. Fikir edinmek adına etrafı turlamaya başladım. Otel Venedik temasıyla tasarlanmıştı. En ünlü meydanı olan San Marco meydanını taklit ettikleri geniş bir alan vardı. Burada lüks restoranlar mevcuttu. Otelin Venedik gibi tasarlanan bölümü oldukça ilginçti. Tavanı gökyüzü olarak tasarlanmıştı. Günün her saatinde gündüz gibi görünüyordu. Buradayken bir simülasyonun içinde gibiydiniz. Avrupa’nın diğer ünlü şehirlerinin de otelleri vardı elbette. Her otelin mutlaka kendine özgü bir tasarımı mevcuttu.
Otelin Gondol turları bile vardı. 30$ olduğunu öğrenince sikerler dedim. Ulan bizzat Venedik’te o paraya binmedim gondola. Zaten çok da elle tutulur bir yanı yoktu. O ne öyle çocuk kandırır gibi? Havuzun içinde kayıkla fış fış. Saçma yani. Ama görüntü hoştu tabii, bir süre binenleri izlemedim dersem yalan olur.
Etrafı kısaca turladığıma göre artık Casino’ya gitme vakti gelmişti bence. Söylediğim gibi buraya asla kumar kafasıyla gelmedim. Kuzenimin eşi buraya gelmişken mutlaka deneyimlemem gerektiğini söyleyince ikna oldum. 2-3$’lık minik oyunlardan sonra iş artık 20$ yatırmalara dönmüştü bile. Şöyle ki bu meşhur “Vending Machine”ler, uzun süre herkesi soyup soğana çevirdikten sonra bir talihliye güzel paralar kazandırabiliyor. Filmlerden, dizilerden hatırlarsınız, yaşlı teyzeler tüm gün makine stalklar, uzun süredir kazandırmayan makinelerin peşine düşer. Son kaybedeni de gözlerine kestirdiler mi, o kalktığı gibi oturup kendi birikimleriyle oynamaya başlarlar. Bu taktik oldukça yaygın; ancak ben o kadar sabırlı bir insan değilim. Ve başlangıçta hiçbir beklentim de yoktu. Kuzenimin eşinin bahsettiği bedava içki olayını ilk gün hiç değerlendirmedim. Yalnızca su içtim.     
Birden bir makinede anlamsızca kazanmaya başladım. 20 dolarım 50 dolar olmuştu. Bunun olağan bir kazanç olduğunu düşündüm. Başka bir oyuna geçtim. Orada da 200$ olmasın mı? O kadar değişik bir haz veriyor ki, bir anda tamamen winner olduğunu düşünüyorsun. 200$’ı çekmek yerine oynamaya ettim ve o anın gazıyla düşme eğrisinde olduğumu fark etmedim. Anlatılmaz bir duygu gerçekten. Resmen kör oluyorsun ve kısa sürede yeniden kazanmaya başlayacağını sanıyorsun. Ama aslında makine ilk seferde pikini gördü, şimdi düşecek. Ah geri zekâlı ah! Bunu fark edemedim ve o 200 doları 30 dolara kadar düşürdüm. O kadar moralim bozulmuştu ki! O makinelerdeki hipnotize oluşu tarif edemem. Normalde hiç akıl kârı durmadığının farkındayım; ama sarhoş gibi tuşlara basmaya devam ediyorsunuz. Makinenin biraz önce yaptığı gibi paranızı arttıracağını düşünüyorsunuz. Şimdi de kalan 30$’ı yeniden eski miktarına getirme derdine düşmüştüm. Bir an evvel bu parayı çoğaltmalıydım. Ama öyle olmadı. 30 dolar da gidiverdi. Kıymetini bilemediğim o kazanma anım inanılmaz kısa sürdü. 3 gün boyunca o anları mumla arayacağım aklımın ucundan geçmezdi. Ben sanıyorum ki daha ne büyük hit’lerim olacak, bu sadece başlangıç. Ulan bir saat öncesine kadar “Kumar oynamam ya, enayi miyim?” diyordum. Kazanma hırsı nasıl adi bir şeymiş arkadaş. Üzüntüm biraz azaldıktan sonra 20$ daha oynadım. Bir 20$ daha. Belki bir 20$ daha. İnanın bir süre sonra cüzdanımdan ne kadar para çıkardığımı hatırlayamaz hale geldim. Bir kısmı ara ara çoğalıyordu, hafif kâra geçmiş gibi oluyordum; ama genel toplamda kesinlikle zarardaydım. Bu düşünce beni daha çok oynamaya itiyordu, sanki oynarsam bir yerde öyle bir para kazanacaktım ki tüm bu zararlarıma değecekti. O gün hiçbir bok kazanamadım arkadaşlar. Olan paramı bitirdim ve odama çıktım. Bir daha asla kumar oynamamaya karar verdim. Ama öyle olmadı… O Casino’nun önünden geçip de şansını denememek mümkün değil. Otel zaten bunun için yapılmış! Yiyeceksin, içeceksin, kumar oynayacaksın. Aksini düşünmek konsepte ters.


Sanırım sabaha karşı odama girdim. Devamlı kapalı alan olunca sana her daim gündüzü yaşıyormuşsun gibi hissettiriyor. Doğru dürüst uykum bile gelmemişti. Hemen pijamalarımı giydim ve king size yatağımda güzel bir uyku çektim. Yatak gerçekten şaheserdi. 
Sabah kalktım, küveti doldurup güzel bir keyif yaptıktan sonra kahvaltı etmek için aşağı gittim. Bir cafeden kahve ve Cinnamon Roll aldım. Bu tarçınlı çöreğe resmen tapıyorum! Aşığıyım resmen. Zaten diyet miyet hak getire, canımın çektiğini yer hale gelmiştim. Güzelce yedikten sonra malum mekâna giriş yaptım. İlk gün alkol almamıştım; ama madem kaybediyorum, acısını çıkarmam şarttı. Casinoda garson hanımlar istediğin içeceği getiriyor. Genellikle Mojito içtim. Starbucks kahvesi söyleyenine bile denk geldim. Herhalde “Boku yiyorum galiba, biraz ayılayım” düşüncesiyle verilmiş bir siparişti bu.
Kumar oynamaya başlamadan önce Cirque de Solei’den Beatles ile ilgili bir müzikale bilet aldım. Las Vegas’ta meşhur müzikaller, şovlar mevcut. Mutlaka seyredilmesi gereken şovlarmış bunlar. Sonra kumar oynamaya başladım… Para hesabı yapmaya çalışıyordum, 5$ ile 30-40$’a yükseldiğimde gayet iyi gittiğimi, bu paraları parçalayarak ayrı ayrı yükselteceğimi ve zararımı kapatacağımı düşünüyordum. Ama öyle olmuyordu! O para da tamamen tükeniyordu ve kendimi ATM yolunda buluyordum! ATM de her seferinde 8$ ekstra kesim yapıyordu. Gerizekâlı olduğum için Las Vegas’a yeterince nakit parayla gelmemişim. Normalde Bank of America’dan ücretsiz olarak para çekiyordum. ATM’sini her yerde rahatça bulabildiğim için de yanımda yüklü miktarda nakit taşımamayı tercih ediyordum. “Nasılsa otel tatili yapacağım” diye düşünerek 100-120$ gibi bir tutarla gelmişim. Yakınlarda Bank of America olmayınca, otelin içindeki kazıkçı ATM’lere kaldım. Sonra hayırsever bir abimiz 4$ kesim yapan ATM’yi gösterince içime biraz su serpildi. Neyse, yine kayıplarla dolu saatlerden sonra yemek molası verdim. Hem biraz etrafı da gezmem lazımdı. Kumar kumar nereye kadar? Çıktım dışarı, etrafı turlamaya başladım. Aman Allah’ım! Gerçek anlamda çöl sıcağının ne demek olduğunu Las Vegas’ta anladım. Meşhur bir sözüm vardır: “It’s hot like a gavur pussy!” diye hahahaha. Aynen öyleydi işte. Bu sıcakta fazla yürüyebilme ihtimalim yoktu. Zaten amacım da diğer otelleri gezmekti. Hemen bir tanesine girip, ondan da diğerlerine geçmeyi planlıyordum. Anlayacağınız üzere burada oteller birbirleriyle bağlantılıydı. Dev bir AVM’den diğerine geçiyordunuz sanki. Her şey ultra lüks, ultra gösterişliydi, etraf parıl parıl parlıyordu resmen. Tabii ki de burada fazla miktarda alışveriş yapmayı falan düşünmüyordum. Bir iki hediyelik eşya ve Victoria’s Secret’tan iç çamaşırı almak dışında alışveriş yapmadım diyebilirim. Pahalı kıyafetler almaktansa - sanki çok mantıklıymış gibi- olan paramı kumara gömmek nedense daha cazip geliyordu. Dediğim gibi, bu apayrı bir bağımlılık türü. Serdar Ortaç’ın Kıbrıs’ta kaybettiği kumar paraları karşılığında verdiği bedava konserler geldi aklıma. Bundan sonra kumarbazları yargılamayacağıma yemin ettim. Gerçekten yaşayan bilirmiş. Kumar oynamak istiyordum; ama paramın daha fazla azalmasını istemiyordum. “Keşke para kazanabileceğim bir şey olsa” diye düşündüm. Şarkı söylesem ve para kazansam, sonra da o parayla sabaha kadar kumar oynasam ne kadar harika olurdu haha! Size yemin ederim ki, sokakta casinoların tanıtımını yapan, Rio karnavalındaki kadınlar gibi giyinmiş kızlar gibi giyinip birkaç saat çalışmayı bile hayal ettim. İnsan böyle böyle kötü yola düşüyor demek ki ajhsdjkshdj.
Birkaç büyük oteli gezip Mc Donalds’tan dondurma aldıktan sonra otelime geri döndüm. Otelin bünyesindeki Madame Tussauds müzesine gidecektim. Açıkçası anlatacak çok da bir şey yok burasıyla ilgili. Bal mumu heykelleriyle fotoğraf çektiriyorsun o kadar. Ben daha önce girmemiştim, o yüzden güzel bir deneyimdi diyebilirim. Buradan çıktıktan sonra yeniden casinoya geçtim. Kumar hastalığı beni ele geçirmişti bir kere… Arada 40-50$ kazanıyordum, sonra onunla birlikte mevcut dolarlarımı da kaybediyordum. Gerçekten o ilk günkü şansım bir daha hiç olmadı. Ama oynamaktan da vazgeçemiyordum işte. 

                                   

Casinoda 21 yaşın altındakilerin bulunması yasak. En az 5 kez görevliler kimlik göstermemi istedi. Özellikle içecek alacağım sırada sorun çıkıyordu. Kimliğimi gösterdiğimde sorun çözülüyordu. Bir orospu garson - Irkçılıksa ırkçılık Uzak Doğuluydu- kimliğimi yeterli bulmadı, pasaportumu da görmek istedi. Ben de sinirlendim, "Kimlik yeterli" diye direttim. Kadın gıcıklık yapmaya devam etti. Ben de "I'm showing you the fucking ID" gibi bir cümle kurdum. Bu sanki anasını sikmişim gibi bir bakış attı, "Güvenliği çağıracağım" dedi. Çağırmazsan en adisin ulan. Neyse görevli geldi, ben de bana çok ters davrandığını, kaç kez kimliğimi göstererek sorunun çözüldüğünü anlattım. Bu abimiz çok tatlış biriydi, beni danışmaya götürdü ve bir daha kimliğimi sormamalarını sağlayacak bir bileklik taktırttı. 21 yaş üstü olduğuma inanmayan gözlerle karşılaştığımda bilekliğimi göstererek bu işten de sıyrılmış oldum. Eksik olma canım abim. Uzak Doğululara neden kurulduğuma gelecek olursak, bu insanların inanılmaz ruhsuz olduklarını, insanlıktan nasiplerini almadıklarını düşünüyorum. Yani moron gibi geziyorlar ortalıkta. Benciller, kabalar, sempatiklikten uzaklar, sadece kendileri için yaşıyorlar. İnsanların onlar hakkında ne düşündükleri zerre umurlarında değil. Amerikanlaşmış olanları tabii ki böyle değildir; ama ben bu varoş karının kendi kültüründen zerre kopmadığına eminim. Demiyorum ki kendi özünden vazgeçsin; ama biraz insancıl ol be, ölmezsin yani. Amerika'da yaşıyorsan, oradaki insanların alışık olduğu gibi davranabilmelisin diye düşünüyorum. He bu arada elbette ki şu zamana kadar bir görevliye “Siktiğimin kimliği” gibi bir cümle kurmuş değilim. Sanırım yabancı dizilerde “Fuck” kelimesini çok rahat kullandıkları için ağzımdan öylece çıkıverdi. Kadın o kadar nemrut ve gıcıktı ki, ben de bir miktar terbiyesizlik etmiş oldum.
Casinodan çıktıktan sonra otelin spa, havuz bölümünü kullanayım bari dedim. Spa ücretliymiş, vazgeçtim. Havuz da antik çağ temasında tasarlanmış, küçücük bir havuzdu. İçinde mal gibi duruyordu insanlar. Yüzmeye hiç uygun bir havuz değildi yani. Ben de hemen sıkıldım, çıktım o yüzden. Akşam Bellagio otelinin önündeki büyük havuzdaki meşhur su gösterisini izleyecektim. Her akşam 22:00’de müzik eşliğinde oluyordu ve çok popülerdi. Birçok insan izlemek için tam o saatlerde otelin önünde yerini alıyordu. Akşam yemeğini San Marco meydanındaki güzel restoranlardan birinde yedim. Eh, biraz kendimi şımartayım değil mi? Sonrasında su gösterisini izlemek üzere otelden ayrıldım. Las Vegas’ın akşamı da ayrı bir sıcaktı; ama elbette ki gündüze göre daha katlanılabilirdi. Bellagio Hotel’in önünde yerimi aldım. Tam saatinde, gerçekten görülmeye değer olan gösteri başladı. Yaklaşık 5 dakika sürdü. Müziğin suyun hareketleriyle olan senkronizasyonu, ışıklar, ambiyans harikaydı. Bir dansçıyı izler gibi izledim resmen. 

       

Sonrasında Paris Hotel’e girdim. Kocaman bir Eiffel Kulesi vardı elbette. Güzeldi, iç kısmı benim kaldığım otelle neredeyse bire bir aynıydı. Caesar’s Hotel, sanırım en beğendiğim otel oldu. Bunlar gibi adını hatırlamadığım 4-5 otel daha gezmişimdir.
Las Vegas’ta artı bir etkinlik olarak spor arabayla hız sürüşü yapmayı düşündüm. Arabalar da Lamborghini’ler, Ferrari’ler falan… Ama 250$ olduğunu öğrenince vazgeçtim. Anasının amı yani. Arabayı kiralayıp bütün gün sürdüm, 80$ ödedim. Sikindirik bir deneme sürüşü için –bunu okuyan erkekler deliriyor olabilir şu an- hayatta o parayı vermem. Yani ben ne kadar hız yapabilirim ki, korkarım bir kere. Bu paraları daha önce de söylediğim gibi çatır çatır kumarda yedim ben hahaha!
Las Vegas’taki son günümde bir önceki sabah aldığım cafeden kek ve kahve aldım. Yine geçtim Casino bölümüne, kaçışım yok… Mıknatıs gibi çekiyor beni. Sonuç yine hüsran, yine kayıp. Artık tamam dedim, hesaplarıma göre 250$’a yakın para kaybetmiştim. Ki bu hatırladığım, belki arada başka paralar da gitti. Gerçekten apayrı bir sarhoşluk yaratıyor insanda. Böyle bir durum yaşayacağımı asla hayal edemezdim açıkçası. Gerçi public urination’u da hayal etmemiştim; ama San Diego’da ulu orta şarıl şarıl işedim hahahaha. Özel mülke izinsiz de girdim. Bunların hepsi para ya da hapis cezası alabileceğim şeylerdi. ILLEGAL REIS ONLINE.
Öğleden sonra bir acıkma geldi. Otelden ayrılayım, biraz gavur sıcağını bedenimde hissedeyim, kumar mahmurluğu atayım diye düşünerek dışarı çıktım. İyice acıkınca da yemek yiyecektim. Victoria’s Secret’ta sütyen ve külot indirimi vardı, hemen fiyat/performans anlamında en mantıklı seçimleri yaparak alışverişimi tamamladım. Birkaç mağazaya daha girdim; ama inanın daha fazla para harcayacak yürek kalmamıştı bende. Kalbim buruktu… Yemek yiyeceğim bir mekân seçtim kendime. Hamburger söyledim, risksiz, hayal kırıklığı yaratmayan bir seçim oldu bu. Oldukça lezzetliydi. Diğer restoranların aksine burada mayonez de vardı. Amerika’da gerçekten anlam veremediğim bir durumdu bu. Fastfood restoranlarında nasıl mayonez olmaz ya? Envai çeşit sos oluyor; ama mayonez getirmiyorlar! Gerçekten inanamıyorum. Hamburgeri yiyip biraz daha etrafı turladıktan sonra Cirque De Solei’ye geldim. Beatles Show’u gerçekten mükemmeldi. Anlatılmaz yaşanır bir andı benim için. Bu deneyimi de yaşadığım için son derece mutlu ayrıldım oradan.

                                 

Gösteri bittikten sonra biraz daha dışarıda gezindim. Artık havanın sıcaklığına alışmıştım. Zaten ben her koşulda sıcak havayı soğuğa tercih ederim. Varsın terleyip bunalayım, üşümek kadar rahatsız etmiyor beni. Sıcak memleket insanı olduğum kesin ve net. Bazen 18 sene Zonguldak'ta nasıl yaşayabildiğimi sorguluyorum. Size yemin ediyorum, kışın güneş doğmuyordu resmen. İstisnasız her gün koyu gri bir havayla güne başlıyorduk. İyi ki üniversitede Antalya'yı kazandım da kendimi buldum. Positive vibes only. Ay konu nereden nereye geldi. Özetle Las Vegas'ta günlerim böyle geçti. Otel odam hayatımda konakladığım en güzel odaydı. Yediğim yemekler keyifliydi. Şehrin her daim canlı oluşu çok etkileyiciydi. Bir taraftan casino deneyimini Amerika'da yaşamış oldum. Filmlerde sık sık gördüğümüz Las Vegas tatilini yaşamıştım! Gönül isterdi ki biraz para kazanabileyim, ama kısmet olmadı n'apalım?
Ertesi gün öğlen San Francisco'ya uçtum. Burası tatilimin son durağıydı. Aslında San Francisco 800.000'lik nüfusu olan, küçük bir şehir. Ben nedense hep daha büyük bir yer olarak hayal etmiştim kafamda. Meşhur Golden Gate'in heybetinden olsa gerek. Burada 3 gün geçirecektim. Otelim şu zamana kadar kaldığım yerler içinde en merkezi oteldi sanırım. İstiklal Caddesi'ni andıran, gece gündüz tramvayın geçtiği bir sokaktaydı. San Francisco'yu İstanbul'a çok benzettim. Vardığımda çoktan akşam olmuştu, otel odasına yerleştim. Odam güzeldi güzel olmasına da, dev valizimle sığmakta biraz zorluk çektim. Duşumu aldım, biraz telefonumu kurcaladıktan sonra uyudum.
Ertesi gün erkenden kalktım, hazırlandım. Kahvaltı için yine Acai Bowl tercih ettim. Four Square'de en yüksek puanı alan Bowl'd Acai adlı karavan şeklinde bir mekâna gittim. Önünde minik tabureler vardı, orada afiyetle yedim. Fıstık ezmesinin aşığıyım aşığı. Bunu da belirtmek istedim kendimi tutamayıp hahaha. Kahvaltımdan son derece tatmin olmuştum. Şimdi sıra biraz turistlikteydi. San Francisco'nun dik yokuşlarını bilmeyen yoktur. GTA San Andreas oynayan kardeşlerim bilir. Bu arada ben o oyunu sadece araba sürmek, taksiclik, ambulans şoförlüğü vb. işleri yaparak para kazanmak ve orospuları arabaya atmak için oynuyordum asjhdjksd. Görevleri yapmaktan çok sıkılıyordum.


Neyse konumuza dönersek, meşhur Cable Car'a binecektim. Tarihi bir tramvaydı bu. Uzun bir bekleme sırası oluyordu, saat henüz erkenken bir an önce sıraya girmem lazımdı. Telefonuma mobil app'ini indirerek yükleme yaptım, binerken görevliye barkodu gösterdim. 7$'lık bir ücret ödedim. Bence gayet makuldü. Cable Car'a sıkıca tutunup yavaş ve biraz da çetrefilli yolculuğun keyfini çıkardım. Özellikle yokuş aşağı inişlerde manzara bir harikaydı. Fisherman's Wharf'ta indim. Uzun Yaklaşık 15 dakikada varmıştık. Zikzak yoluyla meşhur Lombard Street'e doğru yürümeye başladım. Dik yokuşlu, yorucu bir yürüyüş oldu bu. Oldukça güzel bir yerdi; ama fotoğraflamayı bir türlü başaramadım. Çünkü sürekli araba geçiyordu bu zikzak yoldan. Bu yazıyı yazarken Google Görsel'den sokağı arattım, yemin ederim sokağın içindeyken böyle güzel bir yerde olduğunuzu anlamıyorsunuz. Kuş bakışı görmek lazım o estetik görünümü fark edebilmek için. Yokuş çıkmaktan anam ağlamış olduğu için ben pek keyfine varamamışım anlaşılan. Hedefim Golden Gate köprüsüne yürümekti. Yokuş aşağı inerek okyanus seviyesine indim. İnerken güzel evleri, eşsiz manzarayı becerebildiğim kadar fotoğrafladım. Şehrin bu kısmı Arnavutköy'ü andırıyordu. Bir ara bisiklet kiralamayı düşündüm; sonra vazgeçtim. Yürümek daha kolayıma geldi o an. Hava L.A ve San Diego'ya göre çok daha serindi. Las Vegas'la zaten kıyaslamıyorum. İlk kez San Francisco'da sonbahara girdiğimizi fark ettirecek bir havayla karşılaştım. Uzuun uzun yürüdüm. Müzik dinledim, yürüyüş yapmakta olan insanları ve köpeklerini inceledim. Nihayet o meşhur köprüye varmıştım. Benim için gerçekten bir zafer anıydı. 2 saattir durmaksızın yürüyordum. Manzara tarif edilemezdi. Hemen birkaç fotoğrafımı çektirdim. Kendim de bir sürü fotoğraf çektim. Köprünün altındaydım. Yukarı doğru çıkan patikayla giderek köprü seviyesine çıktım. Burada çektirdiğim fotoğraflarım daha güzel çıktı. Köprüye çıktığımdaysa hedefim bir otobüsle karşı yakaya geçmekti. Sausalito'da meşhur bir hamburgerci vardı ve oraya gitmeyi planlıyordum. Hamburgercinin ismi Napa Valley'di. Gerçekten çok ama çok lezzetli bir burger yedim. Üstüne de çeşit çeşit şekerleme, çikolatanın olduğu bir dükkândan çikolata aldım. Ayılıkta sınır tanımıyordum! Ama aşırı yürüdüğüm için enerjiye gerçekten de ihtiyacım oluyordu. Günün sonunda ayak tabanlarım korkunç bir şiddette ağrıyordu. Her gün yeni bir yeri su topluyordu resmen. Bu gezide ayaklarıma büyük haksızlık yaptığımı düşünüyorum. Hep rahat ayakkabılar giydim giymesine; ama iki hafta boyu her gün 20 km'lik adım atınca ayakkabıların da bir faydası olmadı. Neyse ki tatilimin sonuna yaklaşmıştım. Ne kadar dolu dolu bir gün olmuştu böyle. Akşam da bir Roof Bar'a gitmeyi planlıyordum. San Francisco'da ulaşımda toplu taşımayı başarıyla kullanabildim. Uber çok yüksek fiyat gösterince, Golden Gate'den bindiğim otobüsü dönüş istikametinde de kullandım. Beni zaten otelime çok yakın bir yerde bırakmış oldu, bir daha vesait kullanmadım. Otele geldiğimde yatağa yığıldım desem abartmış sayılmam. Güya Roof Bar'a gidecektim! O kadar yorgun düşmüştüm ki, direkt uyuyakaldım. Uyandığımda saat epey geç olmuştu. Yine sosyal medya gezintisi yapıp tekrardan uyudum.


San Francisco'daki ikinci günümde önce Sephora'da kozmetik alışverişimi yapmaya, biraz şehir merkezinde takılmaya, sonra da Fisherman's Wharf'ı gezmeye karar verdim. Acai Bowl'umu bir güzel yedim, dosdoğru Sephora'ya gittim. Amerika'dan elbette ki güzel ürünler almayı kafama koymuştum. Birçok uçuşum olacağı için gideceğim son şehirden almaya karar vermiştim. Far paleti, highlighter, rimel, ruj aldım. Far paletim hayat kurtarıcım oldu resmen. Aslında Huda Beauty almak istiyordum; ama parama kıyamadım, indirime girmiş olan Urban Decay'in paletini aldım. Şimdiki aklım olsa ikisini de alırdım! Ah Sinem ah, 250$'ı kumarda kaybederken hiç sorun yok, kozmetikte pintilik yapıyorsun! Neyse, yine de beni uzun süre götürecek ürünler almıştım. Buradaki işim bitince otele geri döndüm, poşetleri bıraktım, biraz makyaj yaptım. Hava serin olduğu için elbisemle gezemeyecektim. Üstümü değiştirdim. Şort giydim; ama yanıma polarımı da aldım. Havanın sıcaklığına göre ya belime bağlayacaktım, ya da giyecektim. San Francisco’da tramvay hattı o kadar fazla ki, bol miktarda trafik ışığına maruz kalıyorsunuz. Yaya geçitlerinin önünde uyarı tabelaları mevcut. İnsanların ışığı beklemesi için oldukça etkili olabilecek tabelalar bunlar. Örneğin 1 hafta önce ışığa dikkat etmeyerek karşıya geçip ölen birini yaşı ve cinsiyetiyle yazmışlar. Genellikle yakın tarihlerde olan kazaları yazmaları daha bir vurucu oluyor açıkçası. Amerika’da yaya geçitlerinde ışık olmasa dahi kesin ve net olarak araçların durup yol vermesi gerekiyor. Bu kurala uymayan yok diyebilirim. Ama şehir merkezinde her yere yayalar için de ışık konulmuş. Başka türlü baş edilemezdi zaten.
Birkaç AVM’ye girip gezindikten sonra yeniden Cable Car'a bindim ve Fisherman's Wharf'a gittim. Burası San Diego'daki Pacific Beach'i andırıyordu. Pier39 diye bir yere girdim. Burası da bir yiyecek alanıydı. Ön kısmı okyanusa bakıyordu, orta alan festival alanı gibi insan kaynıyordu resmen. Dans eden sokak dansçıları da vardı. Etrafı gezdim, fotoğraf çektim ve çektirdim, acıkınca da oldukça meşhur olan ekmek içinde çorba içmeye gittim. Siparişimi alan çocuk Türk olup olmadığımı sordu. Meğersem Work and Travel öğrencisiymiş, Akdeniz Üniversitesi'nde okuyormuş. Tesadüfe bak! Biraz onunla sohbet ettim. Çorba oldukça lezzetliydi. İsmi Clam Chowder'dı. Deniz tarağı çorbasıymış. Valla ne olduğuna bakmadan bizim çocuğa güvenip seçtim. Pişman da olmadım. 
 

Akşamüstüne kadar burada zaman geçirdim. Gün batımı oldukça keyifliydi. Otele Cable Car ile dönmeyi planlıyordum; ama o kadar sıra vardı ki sikerler deyip Uber çağırdım. Otele döndüm. Artık tatilin sonlarına yaklaştığımdan olsa gerek, akşam dışarı çıkmaya asla motive olamıyordum. Odada yığılıp kalıyordum. Ertesi gün son günümdü. Dönüş uçağına binecektim. Üstelik San Francisco'nun akşamları gerçekten serindi. Dışarı çıkıp üşümek de istemiyordum. Down town'da konakladığım için sokaklar da pek güvenilir görünmüyordu. Şimdiye kadar her şeyin yolunda gittiği bir tatil geçirmiştim. Bunun bozulmasını da istemiyordum. Bu nedenler yüzünden iki akşamımı da odada dinlenerek geçirdim.
Ve son günüm...Amerika ve San Francisco'daki son günümde meşhur bir kafede oldukça lezzetli bir kahvaltı yaptım. Artık hava iyice soğuduğu için Ross'tan rahat bir eşofman altı aldım. Görmeyi planladığım The Painted Ladies'e doğru yürümeye başladım. Burası da tarihi, renkli evlerin olduğu bir yerdi. Şehrin bu kısmı oldukça sakindi. Bir şeyler içmek için Bean Bag Cafe diye bir yere girdim. Central Perk'i andıran tatlı bir atmosferi vardı. Burada birkaç saat zaman geçirdim. Akşamüstü Down towna geri dönüp, Delarosa diye bir restoranda harika bir Margaritha pizza yedim. Hani şu üstünde Burrata olan pizzalardan. Tadı şaheserdi! Saat 6'ya geliyordu. Uçuşuma birkaç saat kalmıştı. Veda moduna girmiştim artık. Pek gezme kafasında değildim. Amerika'dan dönecektim, inanılmaz geliyordu! Bir taraftan misyonumu tamamladığımı düşünüyordum, bir taraftan da gerçekten buraya ait olduğumu, bir şekilde Amerika'da kalıcı olarak yaşamam gerektiğini düşünüyordum. O kadar gaza gelmiştim ki USMLE'ye hazırlanmaya karar vermiştim. Türkiye'ye dönünce tabii ki yalan oldu bu düşünce; ama oradayken bu sınava hazırlanacağımdan son derece emindim. Adeta kendimi bulmuştum burada. İlk günden son güne kadar hiçbir şekilde bulunduğum ortamı yadırgamadım, adaptasyon problemi çekmedim. Sanki Amerika'ya ilk gelişim değildi, sanki devamlı buradaydım. O kadar benimsemiş, her bir anından o kadar keyif almıştım ki. Düşünsenize 14 gündür tek başıma, evimden, ülkemden kilometrelerce uzaktaydım. Kendimi hiç yalnız hissetmedim, hiç ciddi bir korku yaşamadım, hiç dönmek istemedim. Hayatım boyunca kendime yapabileceğim en sağlam kıyaktı diyebilirim. Neredeyse düğün kadar masraf yaptım. Zaten arkadaşlarıma sık sık söylüyorum "Bu tatili yaparak kendimle evlendim" diye. İyi ki yaptım ve iyi ki bu blogu yazdım! Çünkü yazdıkça o görüntüler gözümün önünde bir kez daha belirdi, tatilimi adeta yeniden yaşamış oldum. Okuduğunuz, benim için çok özel olan bu anıları benimle yaşadığınız için hepinize teşekkür ederim. Bir sonraki yazımda görüşmek üzere!

Veeee son kez: YU ES EY!

31 Mart 2020 Salı

Amerika Seyahatimi Anlatıyorum! - Bölüm 2

Merhaba!
Amerika tatilimin ikinci bölümünden selamlıyorum hepinizi. Bir önceki yazım ne kadar da uzunmuş, onu bile bölerek paylaşsam yeriymiş aslında. Akıcı bir dille yazdığımı düşündüğüm için okurken çok da sıkılmamışsınızdır diye tahmin ediyorum. Merak etmeyin, bu yazıda da sıkılmayacaksınız! Ne kadar da iddialıyım değil mi? Anlatacağım öyle bomba olaylar var ki, okuyunca hak vereceksiniz bence.
Eveet, en son Los Angeles’tan San Diego’ya uçuyordum. Uçuş 20 dakika falan sürdü. Hayatımın en kısa uçuş deneyimiydi diyebilirim. Ve Los Angeles’ın aksine, havaalanı oldukça merkezi bir yerdeydi. Yanlış hatırlamıyorsam kalacağım otele gitmek için 8-10$ gibi ucuz bir Uber ücreti ödedim.
Öncelikle uçakta kuş bakışı gördüğüm kadarıyla San Diego’nun Antalya’ya çok benzediğine kanaat getirdim. Bilenler bilir, gerçek bir Antalya sevdalısıyımdır. Haliyle kanım hemen ısındı buraya. Los Angeles’a göre daha yazlık bir şehirdi. Daha düzenli, daha huzurlu bir görüntüsü vardı.
Kaldığım otel pansiyon görünümündeydi. Yakınında benzin istasyonu ve Mc Donalds vardı. Zamansız acıkmalarda işimi görebilirdi. Gitmeyi planladığım birçok yere de yürüme mesafesindeydi. Aslında çok da yakın denilmezdi; ama ben Los Angeles’ta olduğu gibi yürüyüşün ön planda olduğu günler geçirmek istiyordum San Diego’da. Haritadan yön bulmak gerçekten kolaydı. Amerika çok eski tarihlere dayanan bir ülke olmadığı için şehirleşmesi o kadar planlı ve profesyoneldi ki. Yollar geniş, sokaklar geniş, çoğunlukla her yer düz, binalar birbiriyle uyumlu. Daha teknolojik, modern bir görünüme sahip. Tabii ki şehirlerin tarihi olması veya Amerika’daki şehirler gibi daha yeni bir görünüme sahip olması her gezginde farklı duygular uyandırıyordur. Ben Avrupa’daki tatillerimde şehirlerin tarihi değerlerine sahip çıktığını görmekten büyük keyif almıştım. Ama bu modernlik de ayrı bir yönden ilgimi çekti. Gezmesi çok keyifli bir kere! Kocaman yahu. Kaldırımlar, bizdekilerin en az iki katı. Ferah ferah ohh! Hangisinde yaşamayı tercih edersin diye sorarsanız kesinlikle Amerika’yı tercih ederim. Ama turistik gezilerde farklı ortamları deneyimlemekten de keyif alıyorum.
Otelde hızlı bir yerleşme sonrası kahvaltı etmek için kendimi dışarı attım. Hava güneşli, oldukça sıcaktı. Amerika’dayken en çok kullandığım uygulamalar Haritalar ve Foursquare oldu. Aslında Yelp de çok meşhur, zaten haritalarda mekân aradığında Yelp önerisi olarak çıkıyor. Yani bir nevi onu da kullanmış oluyorsun. Kahvaltı için ünlü bir yer olduğunu tahmin ettiğim Breakfast Republic’i seçtim. Abd’de özellikle ünlü restoranların önünde hatrı sayılır bir sıra oluyor. İnsanlar sürü psikolojisiyle kalabalık yerlere daha bir yöneliyorlar bence. Çünkü bir keresinde internetten başka bir yere gitmek üzere konum açmışken önünde epey kuyruk olan bir cafe dikkatimi dağıtmıştı. Az kalsın gideceğim yerden vazgeçip oranın sırasına girecektim. Sırada bekleyenlerin çoğunluğu turist, tiplerinden bariz belli oluyor. Yani bu yalancı kalabalığın astı astarı da olmayabilir. Yerel insanların çok da tercih etmediği bir yer çıkabilir. Neyse ki bekleme süreleri fazla uzun olmuyor. Bir şekilde sirkülasyonu sağlıyorlar.
San Diego Meksika sınırında bir yer. O yüzden Burrito çok yaygın ve sevilen bir yiyecek. Breakfast Republic’te çırpılmış yumurtalı, patatesli menüler olduğu gibi, Burrito çeşitleri de vardı. Pankek, krep vs gibi yine Amerikan usulü kahvaltı seçenekleri de mevcuttu. Ben Burrito’lu bir menü istedim. Sipariş verdiğim gibi buzzz gibi soğuk su ikram ettiler. O kadar hoşuma gitti ki. İçecek olarak bir şey istemedim, sonrasında kahve içerim diye düşündüm. Abd’de yiyecek porsiyonlarının çok cömert olduğunu duymuşsunuzdur. Su ikramı konusunda da öyleler. Hiçbir mekânda suya para ödemedim. Hatta ben kola, fanta, meyve suyu gibi içecekler tüketmediğim için, sadece susama ihtiyacıyla içecek sipariş ederim. Ya da ayran içerim. Eh, onu da burada bulamayacağım için genellikle yalnızca su içerek en az 5$’lık kâra geçtim her yemekte. Bence hatrı sayılır bir miktâr. Yemeğim geldi. İki kocaman dürüm ve fırınlanmış elma dilim patates, yanında değişik tatta iki sos mevcuttu. Tatlarını çok net hatırlamamakla beraber yeşil olandan hazzetmemiştim sanırım. Burritolarsa ef-sa-ney-di! İşte olmam gereken yerdeyim dedim resmen! Nedir ya bu azıcık porsiyonlara dünya kadar para vermek? Ortalama 15$’a gerçekten doyduğun yemekler yiyorsun. Yaklaşık 90₺’ye denk gelmiş olabilir, o bizim paramızın değersizliğinden yani. Adamlara göre müthiş uygun bir fiyat. Bu arada ilk üç gün sular seller gibi akan paramın tatil sonuna kadar yetmeyebileceğinin yavaş yavaş farkına varmaya başlamıştım. Çünkü hesaba katmadığım durum, otel rezervasyon ödemelerinin büyük bir kısmını burada yapacak olmamdı. Ben sanıyorum ki kredi kartından çoğunu ödedim. Ulan adamlar 100$ falan çekmiş, kalan 600$’ı geldiğimde ödeyecekmişim. Bu da gösteriyordu ki, kredi kartına deliler gibi abanacağım. Uçak bileti ve rezervasyonlarım için genişlettiğim limit zaten dolmak üzereydi. Hemen limit artış talebinde bulundum. Nakit paramı olabildiğince az harcamam lazımdı. Çünkü gerçekten elinizde nakit varsa akıp gidiveriyor, hızına yetişemiyorsunuz. Neyse, bu otokontrol mekanizmasını da devreye soktuktan sonra günün geri kalanına devam ettim. Breakfast Republic’ten çıktıktan sonra uzun uzun yürüdüm. San Diego’nun 6th Avenue diye canlı müzik mekânlarının olduğu, Jaz müzik yapılan meşhur bir caddesi vardı. Akşam buraya gelip müzik dinleyecektim. Sahil kısmında da yürüdüm, geniş bloklar arasında da yürüdüm, gerçekten epeyce bir yürüdüm diyebilirim. Acai bowl için mekân buldum, güzelce atıştırdım. Süper markete gidip içecek bir şeyler ve yoğurt aldım. Akşama doğru 6th Avenue’ye geçtim, bir mekânda tatlı sipariş ettim. Jaz müzikle aram yok; ama böyle bir ortamdayken, turist kafasındayken dinlemesi gayet de keyifli geldi. Sonrasında otelime geri döndüm. Ertesi gün Coronado Beach’e gidip okyanus deneyimi yaşayacaktım. San Diego bunun için en uygun yerdi. Meşhur koyları, sahilleri olan bir yerdi. Diyorum ya aynı Antalya diye, gerçekten de öyleydi.


Sabah erkenden kalktım, bir önceki gün yediğim Acai Bowl ile kahvaltımı yaptım. Uber ile yola koyuldum. Coronado Beach, uçsuz bucaksız genişlikte, cennetten çıkma bir yer. Yoğun bir şekilde surf yapılıyor. Okyanusun hemen karşısında konumlanmış lüks siteler ve oteller var. Hatta bir otelin meşhur bir kokteyl barı var. Biraz etrafı keşfettikten sonra soluğu hemen orada aldım. Bir kokteyl denedim, kenarlarında kırmızı pul biber vardı. Tadı da iyi değildi ve 17$’dı. İçim yana yana kokteyli bitirdim. Bir taraftan da insanların siparişlerini stalklıyordum ki bir sonraki gelişimde doğru tercihi yapabileyim. Barda biraz takılıp içkimi bitirdikten sonra yüzmeyi deneyimlemek için okyanusa yöneldim. Öncelikle okyanusa uzaktan baktığınızda gördüğünüz o dalgalar, suyun içindeyken korkunç boyutlardaymış. Yani siz henüz kıyıdaysanız ve dalga üzerinize geliyorsa yapmanız gereken hemen suya dalmak, dalganın üzerinden geçmesini beklemekmiş. Benim yaptığım gibi mal gibi bakakalırsanız, su sizi tepetaklak ediveriyor, neye uğradığınızı şaşırıyorsunuz. O kadar uzun süre sudan çıkamıyorsunuz ki, okyanusun belanızı sikebileceğini iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Benim kadar su düşkünü, suya aşık ve bildiği kadarıyla hiçbir şekilde sudan korkmayan insan, okyanusta 10 dakika duramadı. Dediğim gibi, dalgalara karşı doğru bir önlem alırsanız bu kadar korkulacak bir durum da olmaz diye düşünüyorum. Ama bana ömürlük yetti arkadaş. Bir daha hiç girmesem de olur yani.
Kısa okyanus deneyimim ve başarısızlığım sonrasında, bahsettiğim lüks sitelerin havuzlarına göz dikmeye başladım. Bu sitelerde oturan insanların sahip olduğu bir giriş kartı vardı. Kapıyı onunla açıyorlardı. Bir yaşlı teyzenin peşine takıldım ve onun arkasından bir siteye girdim. Harika bir havuzu ve okyanusa bakan şezlongları vardı. Üstüne havuzda yalnızca 2 kişi vardı. Güzelce yüzdüm, duş aldım, güneşlendim. Sefamı dibine kadar sürdüm. Sonra buradan sıkıldım. Doyumsuzluğun kaçıncı seviyesiyse artık, daha güzel siteler varsa biraz da oralarda vakit geçireyim diye düşündüm. Kuzenim, eşi ve diğer kuzenimin olduğu Whatsapp grubumuzda önemli gelişmeleri paylaşıyordum. Özel bir sitenin içine kaçak girdiğimi yazınca, “Soran olursa misafirim dersin; ama dikkatli ol.” Dediler. Özel mülke izinsiz girdim sonuçta. Ama napayım, okyanus beni travmatize etti ühühü. Neyse bu riski göze aldım, hatta daha da ilerletmeyi planlıyordum. Bir sonraki siteye yine aynı taktikle sorunsuz girdim. Bu site daha güzeldi. Kocaman bir toplantı bölümü vardı, aynı zamanda daha çok içeceklerin ön planda olduğu bir restoranı da vardı. Toplantı salonu dememin sebebi tonton amcaların ve teyzelerin burada tombala oynamasıydı. Çok şirin görünüyorlardı! Ayrıca tuvaleti inanılmaz temiz ve lükstü. İçeride su, çay ve kahve alabildiğin makineler mevcuttu. Yani özetle, ben daha ne isteyebilirdim ki! En uzun süreyi burada geçirdim diyebilirim. Bir iki site daha gezdim, sonrasında geri dönmek için Uber çağırdım. 


Akşam yemeğini oldukça lüks bir restoranda yemeyi planlıyordum. Kuzenimin eşi, mutlaka gitmem gereken bir yer olduğunu, paraya çok da acımamamı özellikle söylemişti. Ben de iyice gaza gelmiş olacağım ki, gittim denize (okyanusa) nazır olan Fish Market adlı bu lüks restoranda Prosecco, deniz ürünlü sphagetti siparişi verdim. Yemeğimi keyifle yedim, şarabımı keyifle içtim. Evet belki yaklaşık 60$’lık bir hesap ödemiş olabilirim; ama tatilde olduğumu, lanet olasıca Türk lirasıyla her şeyin pahalı olduğunu, sürekli hesap yaparak tatili geçiremeyeceğimi kendime hatırlatarak anksiyetemi kontrol altına aldım. En kötü ihtimalle döndüğümde kredi kart borcumu birkaç ay içinde öderim, ne var dedim. O borçları kapatmam tamı tamına 7 ayımı aldı hahaha. İki kere ihtiyaç kredisi çektim. Ama başka ek masraflarım da olduğu için bu kadar zorlandım. Yoksa gözünüz o kadar korkmasın, ben finansal açıdan beceriksizim diye herkesin başına aynı durum gelecek diye bir şey yok.


Neyse bu keyifli, gün batımı eşliğinde tükettiğim yiyecek ve içecekten sonra, biraz etrafı gezeyim, fotoğraf çektireyim dedim. Buranın hemen karşısında ünlü bir heykel vardı. Embracing Peace Statue’ydü ismi. Öpüşen bir denizci ile bir kadının heykeliydi. Epey büyük bir heykeldi. Biraz onu seyrettim, biraz limandaki dev gemileri inceledim. Gerçekten hayatımda gördüğüm en büyük gemilerdi bunlar. Orduya aitlerdi.
Akşam yine meşhur Ross’a uğradım. Kendime bir çift ayakkabı aldım. Getirdiğim ayakkabılar artık tabanlarımı acıtıyordu sanki. Ortopedik tabanı olmasına rağmen sanki ayağım şiştikçe şişmiş, nolur beni bu eziyetten kurtar diyordu bana. Bu sefer 38,5 olmasına dikkat ederek uygun bir Skechers aldım. Rengi de çok şekerdi, içime sindi. Biraz daha yürüdükten sonra otele döndüm. Akşam yeniden çıkacaktım. Akşam için planım salsa gecesi bulmaktı. San Diego’nun gece hayatı Los Angeles’a göre daha latinvari gelmişti. Neticede Meksika sınırında olan bir yerdi burası. Kültürel anlamda benzerlikleri vardı mutlaka. Eh ben de Latin ezgilerine aşık bir insan olduğum için benim için harika bir şeydi bu. İnternetten bulduğum bir mekâna gitmeye karar verdim. Mekân club’tı ve Salı günleri salsa gecesi olduğu yazıyordu. 10$ giriş ücreti vardı, bizim ülkemizdeki gecelerde de benzer şekilde giriş ücreti oluyordu. Neyse girdim mekâna, bir baktım ki bu ortamın salsa gecesiyle uzaktan yakından ilgisi yok. Meğersem burası bir Reggeaton Club’mış. Yani daha doğrusu Salı geceleri bu tarz Latin müzikleri çalıyormuş, club modunda dans ediyormuşsun. Benim hayal ettiğim eşli dans değilmiş. Başta biraz üzüldüm; ama çalan müziklerin benim zaten dinlemekten çok keyif aldığım insanlara ait olduğunu fark edince inanılmaz keyif almaya başladım. İnsanlar umarsızca dans ediyordu. Zaten çoğu İspanyolca biliyordu, şarkılara deli gibi eşlik ediyorlardı. Daddy Yankee, J Balvin, Nicky Jam, Bad Bunny gibi Latin müziğinin en ünlü şarkıcılarının müzikleri çaldı bütün akşam. Resmen hayalimdeki deneyimdi diyebilirim. Türkiye’de belki de hiçbir zaman fırsatını bulamayacağım bir akşamdı benim için. Tacize yeltenen ergen bir pisliği güvenlik görevlilerine şikâyet edip mekândan attırdım. Bu durum bile tadımı fazla kaçırmadı. Biraz daha dans ettim, modum yeniden yükseldi. Sonrasında mekândan ayrıldım, otele geldim. Ertesi sabah Pacific Beach ve La Jolla Koyu’na gidecektim. Biraz telefonda vakit geçirdikten sonra uyudum.
Yeni gün benim için yine Breakfast Republic’te başladı. Resmen abonesi olmuştum, bundan sonra gideceğim her şehirde Breakfast Republic’te kahvaltı etmeyi planlamıştım ki, meğer yalnızca San Diego’da varmış. Gözyaşlarım sel… Olsun, madem henüz buradaydım, gidene kadar yiyecektim. Anı yaşa Sinem! Bu sefer çırpılmış yumurta, patates ve pankekli bir menü söyledim. Her sabah Burrito’luk yeriniz olmayabiliyor. Gerçi benim yerim olur; ama değişiklik yapmak istedim işte. Kahvaltıdan sonra Uber’le Pacific Beach’e doğru yola çıktım.


Taksi şoförü biraz bölge hakkında bilgilendirdi beni. Meğer önceden günübirlik gezmeye Meksika’ya girip çıkarlarmış, hatta pazar alışverişlerini buradan yaparlarmış. Sonrasında hırsızlık olayları, hatta adam kaçırmalar baş göstermiş. Bunlar uyuşturucu baronlarının başının altından çıkıyormuş. Böyle durumlar olunca Amerikanlar Meksika’ya gitmeye çekinir olmuş. Bu arada Tijuana denilen bölge San Diego’nun hemen yanı başında. Otobandan giderken taksi şoförü yan taraftaki yolun Tijuana’ya ait olduğunu söyleyince ufak çaplı bir şok yaşadım. Kafamda hep ülke sınırı vb. şeyler canlanıyordu; ama öyle değilmiş.
Pacific Beach’e varmıştım. Sahile geçmeden önce bir hediye dükkânından xl bir atlet alıp direkt üstümü değiştirdim, zira yemek yemekten şortuma zor sığar hale gelmiştim. Bacaklarım biraz serbest kalsın, rahat rahat yürüyeyim diye düşündüm. Yine uçsuz bucaksız bir sahil beni bekliyordu. Ama burada Coronado Beach gibi lüks siteler pek yoktu. Olanlar da siteden ziyade müstakil ev görünümündeydi. Burada da surf için birçok yer vardı. Malzeme kiralayıp eğitim alabiliyordunuz. Tabii ki okyanus travmamdan sonra böyle isteklerim hiç olmadı. Yürüyüşümü yaptım, yorulunca geri dönüp diğer tarafa yürüdüm. Burada yapacak bir şeyim kalmamıştı. Uber çağırdım, meşhur deniz aslanları ve fok balıklarının olduğu La Jolla koyuna gittim. La Jolla Koyu falezli bir alan. Kayalıklarda deniz aslanları ve fok balıkları güneşleniyor. İnsanlar yanı başlarında okyanusa giriyorlar. Aslında bu hayvanlara fazla yaklaşılmamasının önerildiği tabelalar var. Saldırgan olabiliyorlarmış. Ama millet o kadar umursamaz ve rahat davranıyordu ki şaşırmamak elde değildi. Kayalıkların oraya geçip bayağı yakın mesafede komikli pozlar veriyorlardı. Benim çektirdiğim fotoğraflarsa inanılmaz kasıntıydı. Cem Yılmaz’ın “Sikmeseler bari” sahnesindeki gibi bir surat ifadesiyle bakmışım resmen. Akşamüstü olduğunda burada meşhur olan George’s adlı bir bara gidecektim. Canım sigara çekti ve 8$’a sigara, 3$’a da çakmak aldım. Nasıl unutmuyorum ama! Kokteylimi sigara eşliğinde içemedim çünkü sigara içmek yine yasaktı aqqq. Neyse, kokteylimi keyifle yudumladım, manzara, atmosfer gerçekten şahaneydi. Oradan ayrıldıktan sonra bir parkta oturup sigara içtim. 



Artık acıktığımı hissediyordum, artık güzel bir pizza yemenin vakti geldi diye düşündüm. Yakınlardaki en meşhur, değerlendirme puanı yüksek pizzacıya doğru yola koyuldum. 30$’lık bir pizza söyledim. Midemin canına okuyacak kadar ağır bir pizza geldi. Tadı şaheserdi; ama biraz fazla sıcaktı ve ben açlığın verdiği sabırsızlıkla hızlı hızlı tükettim. Son dilimini gerçekten yiyemedim. Pizzaya 8/10 veriyorum; çünkü gerçekten çok ağırdı. Yağından mıdır, sucuğunun yoğunluğundan mıdır, bir şekilde yordu beni yani. Lezzetinden ziyade aklımda bu kalmış. Dönüşte bir süre yürüdüm, benzin istasyonundan su aldım, sonra Uber çağırıp otele gittim. Sanırım bu akşam dışarı gezmeye çıkmadım. Otelde kalıp dinlendim. Ertesi gün yeniden favori mekânım olan Coronado Beach’e gidecektim. 
Vee gü noo! Duş al, hazırlan, dosdoğru Breakfast Republic’e! San Diego’dan ertesi gün öğlen ayrılacaktım. Gidene kadar gerçekten bu konudaki istikrarımı hiç bozmadım. Ahhh ah. Yaz aşkım sanırım buydu benim. Burrito’mu gömerken yan masadan bir abimiz “Vay canına” şeklinde bir tepki verdi. Meğersem o da aynı şeyi sipariş vermiş; ama tıkanıp yarım bırakmış. Benim iştahıma ve yemeğimi bitirmeme hayran kaldığını söyledi ve tebrik etti. Abiciğim ya ayıpsın. Ülkemi bu konuda gururla temsil ettiğimi düşünüyorum.
Bugün iki gün önceki günümün aynısını yaşamak istiyordum. Yine favori lüks sitemin havuzunda keyif çatacak, otelin barında içki yudumlayacak, akşam da kafama göre takılacaktım. Uber’le mekânıma vardım. Önce meşhur barda kokteyl içecektim. Bu sefer doğru bir seçim yaptım, Tequila Sunrise söyledim. Gerçekten lezzeti bir önceki kokteyle göre mükemmeldi. Favori lüks sitemde birkaç saat geçirdikten sonra sırf değişiklik olsun diye bir otelin havuzuna da girdim. Orası çok kalabalık olduğu için yüzmedim, yalnızca güneşlendim. Sonra tekrar aynı siteye döndüm. Hahaha resmen keyif pezevenkliğinin dibini yaşıyordum. Bu sitenin hot tub’ı da mevcuttu. Havuzda üşüyecek gibi olduğumda hemen buraya atlıyordum. O kadar cennetten çıkma bir yerdi ki, gerçekten ilk günkü gibi gözümün önüne getirebiliyorum burayı. Tatilimin açık ara en cool olayıydı. Akşama kadar burada durdum. Zaten Breakfast Republic’te öyle sağlam yiyordum ki, resmen acıkmıyordum. Tekrar bara gitmeye karar verdim. Bir Tequila Sunrise daha söyledim, yanında da atıştırmalık olarak Istakozlu Taco söyledim. İnanılmaz lezzetliydi. Barmen beni geçen günden hatırlamış olacak ki, biraz sohbet etmeye çalıştı. Turist olduğumdan, Türkiye’den geldiğimden, tek başıma tatilde olduğumdan kısaca bahsettim. Tatlı biriydi, ilgisi rahatsız edici değildi ama ilgilenmiyordum kendisiyle. Kısa bir süre sonra başkasına kokteyl götürürken “Oops” diyerek önüme bir kokteyl bıraktı. 15$ tutarında, bedava ve ekstra bir içecek, tabii ki de kabul ettim hahaha! İçmeye başladım, alkol oranını mı yükseltti naptıysa çakırkeyif oluverdim. Kokteylim bittiği gibi adam yenisini getirdi! Napmaya çalışıyorsun pezevenk sjhdjskd. Ben belli bi eşikten sonra önüme gelen alkolü reddedemez hale geliyorum. İçtikçe içmek istiyorum ve sonra sıçış fazı başlıyor. Yani kontrollü ve keyifli bir akşam için çakırkeyif seviyesini aşmamam lazım. Ama artık çok geçti… İçtikçe içesimin geldiği seviyeye ulaşmıştım. Bu kokteyli de içtim. Sahile gidip gün batımında biraz takılmaya karar verdim. Ama zil zurna sarhoş olmuşum, zor yürüyorum. Neyse geçtim sahile, ertesi gün galerimde bulduğum bir video ve fotoğrafları çektim. İnanın orada telefonu suya düşürebilirdim, o derece dengem bozulmuştu. Neyse ki bir şey olmamış. Sahilden yeniden yürüyüş yoluna geçtim, Uber çağırıp otele gidecektim. Uber’in geleceği noktada beklemeye başladım. Bir anda inanılmaz derecede çişim geldi. Ama öyle böyle değil, tutmam mümkün değil! N’apsam ne etsem diye delirmiş gibi bakınmaya başladım. Artık hava kararmıştı. Gözümü kararttım, bir palmiye ağacının altına geçtim, dün aldığım, elbise niyetine giydiğim atleti hafif kaldırdım ve ayakta işemeye başladım… Evet, şaka değil, ayakta, şarıl şarıl işedim! O anki rahatlığımı size anlatamam. Erkekler ayakta işeme skill’ine sahip olduğunuz için o kadar şanslısınız ki! Neyse bir güzel işedim ve havluyla bacaklarımı kuruladım asjhgdjhshd. Yazıya dökünce daha da bir inanılmaz geliyor ama sarhoşken yapabileceğim bir durummuş demek ki. Uber geldi, arabaya binince tabii ki de midem bulandı ve şoförü durdurup kustum. Aracın içine kusmadım, artık ne zaman ne rezillik çıkaracağımı bildiğim için bu konularda zamanlamamı ayarlayabiliyorum en azından. Uber şoförü de aşırı iyi bi adam çıktı. Kusmuk bulaşmış crocslarımı yıkadı, galoş geçirdi, hastaneye gitmek isteyip istemediğimi sordu, hatta bir ara ben kusarken sırtımı ovaladı. Şimdi böyle yazınca yavşamış diye düşündüre de bilir; ama kesinlikle öyle değildi. Parama kıyıp adama Uber’den bahşiş verdim, o derece müteşekkirim kendisine. Otele vardığım gibi devrilip uyumuşum. Uyandığımda saat gece 03:00’tü. Ve ben zır açtım. “Aha, Mc Donalds sonunda bir işe yarayacak” diye düşünüp hemen odadan çıktım. Ama 10 dakika önce kapanmış ühühüühü. Mecbur benzin istasyonuna girdim. Meyveli yoğurt aldım. Ama bu meyveli yoğurt, Los Angeles’taki otelde yediklerime hiç benzemiyordu. Resmen çilek reçelini yoğurdun içine atmışlar, şerbet gibi bir tadı var, iğrenç ötesiydi. Bu arada Amerika’da benzin istasyonlarında fazlaca suç işlendiği için adamlar gece belli bir saatten sonra vezne gibi bir sistemle çalışıyorlar. İçeriye giremiyorsun.


Neyse, döndüm otele, interneti kurcaladım, asla uykum yok çünkü yaklaşık 8 saat uyumuşum, sabah olmasına daha çok var. Netflix’ten dizi izledim. Burada Friends olduğu için, zaten 829738923 kere izlemiş olduğum diziyi bir de Netflix platformundan izleyeyim dedim. En sevdiğim bölümleri açtım. Güç bela sabahı ettikten sonra, eşyalarımı toparlayıp, odayı boşaltıp resepsiyondan check outumu yaptım. Valizimi lobiye bıraktım, sırt çantamı alarak uçuş saatime kadar son bir şehir turu yapmak üzere otelden ayrıldım. Resmen yaklaşık 4 saattir Breakfast Republic’te kahvaltı yapmanın hayalini kuruyordum. Ya gerçekten ayrı bir bağ kurmuştum burayla. Ayrılıyor olduğuma en çok “Bir daha burada kim bilir ne zaman yemek yiyeceğim” düşüncesinden dolayı üzülüyordum.  Son kahvaltımı yaptım… Burrito… İçindeki o lezzetli krema, biftek, Meksika fasulyesi ve hatırlayamadığım diğer malzemeler… Good old days resmen. Uçağım öğleden sonraydı. Havaalanı zaten yakın olduğu için hiçbir acelem yoktu. Uzuun uzun yürüdüm. Sahil boyunca, önceki günlerde gitmediğim kadar mesafe kat ettim. Uçuş zamanı yaklaşınca otele dönüp eşyalarımı aldım. Las Vegas beni bekliyordu.
San Diego’nun benim için her zaman ayrı bir yeri olacak. Gerçekten Amerika’daki en yaşanılası yerlerden biri olduğunu düşünüyorum. Los Angeles bu kadar kalbimi kazanmadı açıkçası. Las Vegas’a zaten sırf otel tatili yapmak için gidiyordum, üst düzey bir beklentim yoktu. Bakalım orada beni neler bekliyordu? Bu da bir sonraki yazının konusu olsun. Las Vegas ve San Francisco anılarımı belki tek yazıda bitirebilirim, toplamda 3 bölüm ile Amerika maceramı kapatmış oluruz. Umarım okurken keyif alırsınız, bu sıkıcı günlerde biraz olsun mutluluk verebilirim sizlere. Hoşça kalın!

Herkese Merhaba!

Günlükvari 16 - Nihayet Bahar!