Bir terapi yöntemi olarak yazmak. Bazen zihnimi taşmakta olan bir tencere yemeğine benzetiyorum. Kapağını kaldırıp altını kısmayı da yazı yazmaya. Bazı düşüncelerimi unutmamak için not aldığım oluyor hatta. Keşke yaptığım bu güzel çıkarımları, zihnimden çıktığı gibi hayatımda uygulamaya geçirebilsem. Böyle bir özellik bizi süper insanlığa taşırdı herhalde.
Peki biz ne yapıyoruz? Düşünceler zihnimizden hızlıca akıp giderken
hayatımız aynı kalıyorsa biz neden düşünüyoruz? Keşifler neden var? Keşfettiklerimizi
benimsemek, özümsemek neden o kadar kolay olmuyor?
Oto-pilotta, bildiğimiz yolda ilerlemek bizim için en güvenilir
yol. En azından beynimiz öyle düşünüyor. Bunun aksi yönünde yol kat etmeye
çalışmak o kadar yorucu ki. Oturmuş bir sistem var, siz bu sistemden memnun değilsiniz,
bu sistemi oluşturan, sizin yanlış bulduğunuz birtakım nedenler ve olaylar var,
bunları teker teker gözden geçirip eksik, hatalı kısımları tespit ediyorsunuz. Ama
sonra n’oluyor? Hooop ilk fırsatta ezberlenilmiş davranışlarınızı sergilemeye
devam ediyorsunuz. Yeterince özümsememekten mi? Yeterince ders çıkaramamaktan
mı? Yoksa kendini inkâr etmekten mi kaynaklanıyor? Kendimi değiştirmeye,
dönüştürmeye bu kadar uğraşırken neden bir yanım aynı kalmak istiyor? Fazla mı
acımasızım? Fazla mı ısrarcıyım? Belki de akıp gitmeli, suyun yolunu bulması
için müsaade etmeliyim. Belki de ben olmama izin vermeliyim, içimdeki benden bu
kadar korkmamalıyım. Belki de kendimi biraz rahat bırakmalıyım.
Alınan sinyaller doğru. Hisler doğru. Önseziler doğru. Sezgilerimi
hafife almamam gerektiğinden eminim artık. Cesur bir insan olmak hoşuma gidiyor.
Güçlüyüm. Özgüvenliyim. İnsanların korkaklığını bakışlarından anlayabiliyorum. Benden
korktunuz. Davranışlarımdan çıkarımlar yapıp beni basite indirgediniz. Yüzeyseldiniz
ya da bana yüzeyden bakmak size daha cazip geldi. Kafanızda tanımlar yarattınız,
beni o tanımlardan ibaret sandınız. Değilim, hiçbirimiz tam olarak kafamızda
tanımladığımız insanlar değiliz.
“Duygunu kabul et. Onu hissetmene izin ver. Devam edebileceğinin
farkına var.”
Hissettiğim duygu hayal kırıklığı oldu. Peki bu hayal
kırıklığı karşısında ne yaptım? İletişimi sonlandırdım. Belki de tam bu noktada
doğru hamleyi gerçekleştirebilmem için çıkmıştır bu insan karşıma. Yeterli gelişimi
sağlayamadığım durumsa beklenti içine girmektir belki de. Kafalar karışık. Zihnim
yorgun. Dümdüz sevin işte orospu çocukları ne yordunuz ya.
En büyük eksiğim. En büyük ihtiyacım. Çoğumuzun aynı
olduğunu biliyorum; ama söylememeye programlandırıldık. Utandık, gizlemek
zorunda bırakıldık. Muhtaçmış gibi algılanmak istemedik. Ben artık gizlemiyorum.
Hayattan en çok istediğim şey sevdiğim kişinin de beni öyle sevmesi. Mutlu,
huzurlu bir birliktelik yaşamak. En çok bunu istiyorum. En çok tam olmayı,
tamamlanmayı istiyorum. Fiziken yanımda olmadığında ruhunun benimle olmasını
istiyorum. İnanır mısınız, çocuk sahibi olmak istemediğimi düşünsem de o
insanla çoğalmak istiyorum. Bu kadar zor mu olmalıydı? Bu kadar acı çekmem şart
mıydı? Demek ki şartmış.
Ted Mosby gibi her önüme gelene “the one” muamelesi
yapmıyorum. Zaten her beğendiğim insanı da o gözle değerlendirmiyorum. Ben de
yüzeysel olabiliyorum. Hatta bu yüzeyselliğim yüzünden gerçek hedefimden sapıyorum.
Benim gerçekten, kalpten istediğim şey ruh eşimi bulmak. Neredesin be adam,
neden çıkmıyorsun karşıma? Ya da ben seni yanlış yerlerde mi arıyorum? Seni bulana
kadar illâ feriştahımın sikilmesi mi lazım? Neredesin ya ben artık çok
sıkıldım.
Kendime yetemediğimden değil. Arkadaşsız olduğumdan değil.
Sebep bunlar da olabilirdi; ama değil. ben tek başıma da mutluyum, arkadaşlarımla
da mutluyum. Sevgilimle de mutlu olmak istiyorum amına koyayım. Bu benim hakkım
ya. HAK-KIM. Nerede bu amın evladı? Nerede kaldı ya?
Hayat bana ruh eşimi göndermezse büyük bozulacağım. Düşünsenize, bu yaşamımda sınavım buymuş, tek başıma olabilmeyi öğrenmeliymişim falan. Sikerim ya böyle işi. Evren siktirtme belânı gönder şu adamı artık.