Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

5 Temmuz 2018 Perşembe

Günlükvari 3 - Hayatımdaki Gelişmeler ve Müzik Hakkında

Merhabalar!

Blog yazılarımı inanılmaz aksattığımın farkındayım, okuyucularımı (tahminimce 3 kişi falan kalmıştır) kendimden mahrum bıraktığım için özür diliyorum. İzmir’e gitmeden son bir yazı yazayım dedim. Yazı, hayatımdaki gelişmeler hakkında olacak. Zira aklıma içerik üretebileceğim (vay vay vay) bir konu gelmiyor. Birkaç kez yazmaya çalışıp yarım bıraktığım oldu ki bu nadir yaşadığım bir durumdur, bir başladım mı susmam genelde. İşte bu sefer de susmamayı planlıyorum. Hadi bakalım.

Seçim dönemiyle ilgili konuşacağım bir şey yok. O konuyu geçiyorum. Oy verdikten sonra Çeşme’ye tatile gittik. Biraz ondan bahsedeyim. Canım İzmir’im harikaydı her zamanki gibi. Seçim nedeniyle biraz durgundu. İşletmeler seçim ikinci tura kalır diye tahmin ettikleri için pek ünlü çağırmamışlar sanırım. Akşamları Alaçatı tabii ki çok kalabalıktı. Özetle tatilim gayet güzel geçti. 4 güncük de olsa, işe başlamadan önce son bir mola oldu benim için. “Ulan aylardır boş yapıyorsun, daha ne molası?” diyecek olursanız haklısınız. Ama evde boş boş oturmak o tatil hissini vermiyor. “Bu ne lan dünün aynısı” diye diye geçiyor günler. Tatil çok daha başka.

İzmir’deki tatilden sonraki istikametim Gaziantep’ti. Liseden arkadaşımın düğününe gittim. Daha aylar öncesinden içim kıpır kıpırdı bu konuyla ilgili. Yemek yemeye ne kadar düşkün olduğumu beni tanıyanlar bilir. Gaziantep mutfağını düşünsenize…Nihayet o lezzetleri tadacağım gün gelmişti! Uçağım sabah 6:30’da olduğu için uyumadan havaalanına gitmek zorunda kaldım. Çeşme Otogar’da bir buçuk saat falan bekledim sanırım. Havaş’ın şoförü ortada yoktu, aracın yanında bir bankta oturdum titreye titreye. Yaz mevsimi olsa bile geceleri hala esiyor. Aracın kalkma saati yaklaşınca şoför, bagajların konulduğu bölmeden çıkıverdi. Meğer orada uyuyormuş adam shdjskdsjd Ulan amca donduk be seni beklerken. İnsan bari kapıyı falan açar. Neyse işte havaalanına doğru yola koyulduk. Ben tabii aşırı uykusuz olduğum için sızmışım. Hani uyuyakalınca kafan aşağı düşer, uyanıverirsin. Bu normal, insanca türden olan bir uyanıştır. Ben cama kafa atarak uyandım. Hani abartısız, çaaat diye kafamı gömmüşüm cama. Böyle bir şey olabilir mi?? Neyse uçağa bindim, indim falan buralarda anlatacak bir şey yok. Gaziantep’e vardım. Arkadaşlarım sağ olsun otelde yer ayırtmışlar, oraya gittim. Kahvaltımı edip biraz istirahate çekildim. 1-2 saat uyurum, sonra duruma göre hazırlanmaya başlarız diyordum ki, yatağa girer girmez sızmışım zaten. Telefonum seslideydi, mesaj falan gelirse duyayım diye. 2 saat sonra telefonumun sesiyle uyandım. Arkadaşım bana ulaşamamış, aşırı merak etmiş. Tam 12 kez aramış ve duymamışım, kapıyı yumruklamış yine duymamışım. Resepsiyondan kart almış, kapıyı kilitlediğim için açamamışlar. Öldüm sanmış kız. Artık nasıl kendimden geçmişsem, bütün bunlar olurken ben ayı gibi uyumuşum. Aşırı yorgundum ama bu kadarını yaşayacağımı da düşünmemiştim açıkçası.

Hazırlanıp düğüne gittik, bir güzel eğlendik, gecesinde beyrancıya gittik. Sarımsak yemememe rağmen beyranı denedim, bayağı lezzetli bir çorba. Ama ertesi gün yaşattığı bütün gastrointestinal sistemde hissedilen yanma hissi, daha önce asla başıma gelmiş bir şey değildi. Daha acı yemekler tüketmiş olabilirim, beyranı içerken çok da zorlanmadım. Ama bu nasıl bir çıkıştır birader, alev aldım alevvv!

Gaziantep’ten ayrılmadan önce birazcık da olsa gezinti yaptım. İmam Çağdaş’ta yemek yedim, baklava yedim, sonrasında bakırcılar çarşısı, elmacı pazarını gezdim. Meşhur kahvesini içtim. Uçuş zamanı yaklaşınca bana yine havaş yolları göründü.

Veeee yeni istikamet: Ankara. Canım aşkım Doğanay’ıma geldimmm. Nihayet evini görebildim aşkitomun. Birlikte harika vakit geçirdik. Şarkı kaydettik, hatta YouTube’a bile koyduk. 2011 yılında liseden arkadaşlarımla yine amatör bir kayıt atmıştık, video 30.000’i görmüştü. Bakalım bu sefer ne kadar izlenecek, merak etmekteyim. YouTube ortamı epey değişti. Artık bir patlayanın önü alınmıyor, uç noktalarda izlenme sayıları mevcut. Ben bu işi tam olarak anlamış değilim açıkçası. Bu izlenme sayıları bana hiçbir zaman inandırıcı gelmedi. İlk baştaki ünlenme sürecinde kesinlikle bir işlerin döndüğünü düşünüyorum. Eğer benim videom yüksek miktarda izlenirse bu sözümü geri alacağım, çünkü hiçbir hile hurda olmaksızın saldık videoyu. Eşe dosta duyurduk o kadar. Bakalım, hep birlikte göreceğiz.

Hazır konusu açılmışken müzikle ilgili biraz konuşmak istiyorum. Ben ilkokuldan beri şarkı söylüyorum. Şarkı söylemeyi çok seviyorum ve insanlardan olumlu tepkiler almak beni motive ediyor. Fazla dışa dönük bir insan olmadığım için kendimi bu konuda çok duyurmadım. Yani bir şeyler yapıyorum ama hem gerçek hayatta hem de sosyal medyada dikkat çekmek için daha fazla zorlamak lazım. Bende de bu kadar uğraşacak enerji yok. Hani hem duyulmak, takdir edilmek istiyorum, hem de çok emek vermiyorum. İki arada bir deredeyim yani. Biri beni keşfetse de yol yordam öğretse keşke diye diye bu günlere geldim.

Benim sevdiğim müzik tarzı pop ve r&b. Genel olarak kendim de söyleyebileceğim şarkıları severim. Bu aynı şey gibi: diyelim ki gitar çalıyorsunuz, üç beş basit ritmi olan pop şarkılarını dinlemeyi sevmezsiniz, çünkü çalması kolaydır. Uzun soloları olan, parmaklarınızı, beyninizi yoran türden müzikleri tercih edersiniz. Eh ben de şarkı söyleyen biri olarak, sesime giden şarkıları dinlemeyi tercih ediyorum. Türkçe de yabancı da dinliyorum.

Lisedeyken idolüm Beyonce idi. Şarkı söyleme ve dans etme konusunda üzerine yok biliyorsunuz. Her ne kadar günümüzdeki tarzını beğenmesem de, kendisi benim müzik konusunda mihenk taşımdır. Az mı taklit ettim, az mı şarkılarını söyleyip bir taraftan dans etmeye çalıştım hey gidi.

Aleyna Tilki’nin yaşlarındayken benim de dünya starı olma hayallerim vardı. O yüzden onun iddialı laflarını hiçbir zaman garipsemedim. Tabii ki egosu biraz fazla ama yine de iddasını sürdürmesi için böyle devam etmesi gerekiyor diye düşünüyorum ben. Ne var yani, sesse ses, danssa dans. Kız hepsini yapıyor. Amerika’da doğsa belki dediği gibi dünya starı olabilirdi. Türkiye söz konusu olduğunda söylemleri tabii ki biraz hayalperest kalıyor. Ama yine de bunu kabullenmesin, zorlayabildiği kadar zorlasın bana göre.

Size biraz da O Ses Türkiye’den bahsedeyim. 2011’de, ben liseyi bitirmişken O Ses Türkiye başladı. Ben video yüklemiştim web sitesine. 2 sene sonra “Zonguldak’a seçmelere geliyoruz, katılın” diye aramışlardı ama ben Antalya’daydım. 2013’te Antalya’daki seçmelerine gittim. Videomu kaydettiler, bir daha da aramadılar. Kaydımı dinleyip dinlemediklerinden bile emin değilim, çünkü benim gittiğim hafta ilk elemeler sonlanmıştı. Bu sene tekrar katılmayı planlıyorum. Oraya çıkmak her zaman hayalimdi. Dönerler mi, dönmezler mi pek kestiremiyorum ama yine de denemek istiyorum. Neticede sesimin güzel olduğunu biliyorum, bu konuda özgüvensiz değilim. Dönmezlerse de, o an için iyi okuyamamamdan kaynaklanır diye düşünüyorum. Bu da problem değil, çünkü profesyonel değilim, amatörüm. Heyecandan sesim titreyebilir, detone olabilirim, ne bileyim başarısız olabilirim. Eee nolacak yani? Şarkıcı olma hayalim yok. Eğitim almadım. Müzikle ilgili bir kariyer planlamıyorum. Kendi mesleğimden devam etmek istiyorum zaten. Sadece şöyle minik bir hayalim var. Haftada bir tatlış bir mekanda sahne alabilirim mesela. Hobi olarak yani. Daha fazlasını istemem. Zaten ünlü olma fobim var bir taraftan. Ben fazla tanınmanın korkutucu olduğunu düşünüyorum. Orta derecede, mütevazi bir tanınırlık bana yeter. Hadi bakalım, neler olacak hep birlikte göreceğiz.

Yazacaklarım şimdilik bu kadar. Hafta sonu İzmir’e yerleşmeye gidiyorum! Ev tutma, eşyaları ayarlama gibi işler bizi bekliyor. Sonrasında da işe başlayacağım inşallah. Gelişmelerden haberdar ederim sizleri. Görüşmek üzere!

3 Haziran 2018 Pazar

Dizi Önerisi: Younger

Herkese merhaba! Bu yazımda izlemeye yeni başladığım Younger adlı diziden bahsetmek istiyorum. Benim tam anlamıyla aradığım kriterde bir dizi olduğu için, diziye hemen ısındım. Aradığım kriter nedir diye soracak olursanız, karmaşık senaryolardan uzak, pozitif, çerez bir dizi arıyordum. Younger işte tam olarak böyle bir dizi. 

Younger’ın başrolündeki isim olan Liza ve arkadaşlarının başından geçenleri, New York’taki iş ve eğlence hayatını görüyoruz dizide. 20 dakikalık bölümler oldukça akıcı ve keyifli. Şimdi karakterlere kısaca göz atalım. 




Liza Miller, kocası tarafından aldatılmış, boşanma aşamasında, 18 yaşında bir kızı olan başrolümüz. Kocasının borçları yüzünden New Jersey’deki evini satmak zorunda kalıyor. Lezbiyen bir sanatçı olan arkadaşı Maggie’nin yanına taşınıyor. Zamanında bir yayınevinde editörlük yapan Liza, evlenip çocuk sahibi olunca kariyerini bir kenara bırakmış. Şimdiyse tekrardan iş hayatına dönmek istiyor. Ancak yaşı nedeniyle kimse onu işe almak istemiyor. Bir barda tanıştığı genç dövme sanatçısı, Liza’yı yaşıtı sanması üzerine arkadaşı Maggie ile akıllarına bir fikir geliyor. Sahte bir kimlikle, iş başvurularında genç bir kadınmış gibi davranmak! 26 yaşında, birkaç yıl Hindistan’da gönüllü faaliyetlerde bulunduktan sonra ülkesine geri dönen Liza olarak tekrardan iş başvurusu yapmaya başlıyor. Yeni saçları ve yeni giyim tarzıyla kısa sürede Empirical adlı bir yayınevinde iş buluyor. Yayınevinin finansman müdürünün asistanı olarak, yani kariyerine sıfırdan başlıyor.

Liza hakkında görüşlerimi belirtmek istiyorum. Öncelikle Liza’nın çok pozitif bir havası var. Karakter olarak çok tatlış buldum kendisini. Fiziği, boyu, posu gerçekten mükemmel. Genç kızlara taş çıkartır ki, Hilary Duff (Kelsey) ile yan yana yürürlerken cidden üzücü bir görüntü ortaya çıkıyor Hilary açısından. Kız hem kısa, hem bodur kalıyor Sutton Foster (Liza)’ın yanında. Sutton Foster, Brodway müzikallerinde oynuyormuş, bunu da ek bilgi olarak vereyim.




Caitlin
, Liza’nın 18 yaşındaki kızı. Dizinin ilk bölümlerinde Hindistan’da olduğu için Skype görüşmeleri dışında rolü yok. Sevimli, bebiş bir kız. 




Maggie, Liza’nın sırdaşı, lezbiyen sanatçımız. Brooklyn’de bir dairesi var. Akıllıca tavsiyeleri, Liza’yla olan dostluğu ve mesleğinin zorluklarıyla karşımıza çıkıyor dizide. Fazla bir olayı yok. 




Gelelim Kelsey Peters’a. Lisa’nın iş arkadaşlarından Kelsey Peters, yayınevinin editörü. Kendisi 26 yaşında, tatlış bir kızımız. Thad diye bir erkek arkadaşı var, evlerden ırak. Hem çapkın, hem sadakatsiz, hem yalancı, hem bencil, ayyy tam anlamıyla pisliğin önde gideni. Bu kızımızda da ilginç bir şekilde bir kabulleniş görüyoruz. Thad’in bok gibi bir insan olduğunu bilmesine rağmen, onunla mutlu olduğunu düşünüyor. Karakter olarak arkadaşlarına çok bağlı biri, özellikle Liza’ya ilk günden kucak açıyor. Hilary Duff’ı birçok dizide görmüşüzdür. Ben Gossip Girl’den hatırlıyorum. Sanırım Dan’in manitasıydı birkaç bölümlüğüne. Seviyorum kendisini. Sevimli bir yüzü var. 




Lauren Heller, Liza’nın Kelsey vasıtasıyla tanıştığı bir kız. Kendisi Yahudi bir aileden geliyor. Son derece aykırı, aşşşşırı hızlı konuşan, ne dediğini çoğu zaman anlamadığım bir karakter kendisi. Çeviriyi de anlayamıyorum yemin ederim. Sürekli sosyal medya, trending topics, hashtags falan kasıyor. Biseksüel takılıyor. Başta irrite olmuştum ama sonra sevdim kızı. Eğlenceli biri. New Girl’deki Schmidt’e benzettim karakter olarak. O da aşşşşırı geveze ama diziye renk katan bir karakterdi.




Diana Trout, Liza’nın patronu. Soğuk bakışları ve sürrekli emir yağdırmasıyla başta itici gibi dursa da, aslında iyi kalpli bir kadın. Boşanmış ve kendisine yeni birini aramakta. Gözüne şirketin patronunu kestirmiş durumda. Bu aksiliğini orta yaş krizine bağlıyorum kendisinin. 




Josh, Liza’nın 25 yaşındaki manitası. Kendisi bir dövme sanatçısı. Liza’yı bu gençleşme fikrine yönelten kişi diyebiliriz. Baya bebiş surat, tatlı bir kişilik. Karakteri çok alengirli, komplike biri değil. İçten bir çucuk. Josh’ı canlandıran Nico Tortorella adlı beyimiz ise inanılmaz bir kişilik. Adamın birkaç röportajını okudum, cinsel tercih olarak “fluid” yani akışkanmış kendisi. Bu ne demek diye soracak olursanız bence biseksüelden farkı yok. Nico, üniversiteye başlamadan önce bir erkekle cinsel deneyim yaşadığını anlatmış. 10 senedir de lezbiyen bir kadınla beraberlermiş. Kadın gerçekten maskülen tipteki lezbiyenlerden. Birlikteliklerinde “open relationship” mantığı varmış. Yani kim, kiminle beraber olmak isterse olabiliyormuş. Üstelik Nico, çocuğunu kendi karnında taşımayı inanılmaz istiyormuş. “Vay anasını yav ne yaşıyorsunuz siz??” oldum bunları okurken. Normal bir tip olsan şaşardım Nico. Baby face tipinden bir şey çıkacağı belliydi zaten. 




Son olarak Empirical’ın patronu Charles Brooks’tan söz edeceğim. Kendisi yeni boşanmış, iki çocuklu, karizmatik bir beyefendi. Bizim Diana buna feci halde yanık. “O boşanmış, ben boşanmışım, yaşlar uygun, neden olmasın???” diye geziyor ama Charles’ın o taraklarda bezi yok gibi görünüyor. Bu karakterle Liza’nın yolları kesişebilir ama ben Josh’çuyum, belirtmek isterim. Aslında yaş farkına takılan biriyim ama, bence Liza’yla Josh birlikteyken çok tatlılar. Charles da, Liza’nın mantığıyla yönlenebileceği bir karakter olarak duruyor şimdilik. Bakalım neler olacak?

Şimdi de diziyle ilgili birkaç kısa bilgi daha verip yazımı noktalayayım. Dizimizin yapımcısı Darren Star, aynı zamanda Sex and the City’nin de yapımcısıydı. Younger 2015’te başladı, sezonlar 12 bölümden oluşuyor. 5. sezonu haziranda yayınlanacak diye duyurulmuş. Ben şimdiden üçüncü sezona geçtim. Gerçekten hızlı ilerliyor ve keyifle izlettiriyor.

Umarım benim gibi dizi arayışında olan okuyucularım için faydalı bir yazı olmuştur. Bir sonraki yazıda görüşmek üzere!

27 Mayıs 2018 Pazar

Kadın vs Erkek

Merhabalar. Bugünkü yazımın konusu cinsiyet. Kadın olmak, erkek olmak, duygu ve düşüncelerimiz, hayata bakış açımız, benzerliklerimiz, farklılıklarımız, bunlarla ilgili naçizane düşüncelerimi paylaşacağım. Cinsiyetimden ötürü objektif bir yazı olamayacak, baştan belirteyim.

Kadın cephesinden başlıyorum. Her zaman olduğu gibi kendimden bir örnek vereceğim. Çocukluğumda oldukça dikbaşlı biriydim. Erkeklerle çok kavga eder, sürekli bir hak arayışına girerdim. İlkokul öğretmenim Mualla Öğretmen, bana her seferinde alttan almamı tembihlerdi. “Sen kız çocuğusun, ileride eş olacaksın, böyle fevri tavırlarını törpülemelisin.” diyordu resmen. Cinsiyet ayrımcılığını ilk kez o zaman yaşamıştım sanırım. Öğretmenime itiraz etmiştim tabii ki. Cazgırın tekiyim kabul eder miyim böyle bir şeyi? Bu “old fashion” öğretiyi, artık tartışılacak bir konu olarak bile görmüyorum elbette.

Ben bir kadın olarak değil de bir insan olarak algılanmak istedim her zaman. Kadına yapılan şaşaalı övgüler beni hep rahatsız etti. Anaçlık, iyilik, bereket, bilmem ne. Hele o “Siz olmadan olur mu?” cümleleri. Biz sanki bir eşantiyonmuşuz da, erkeklerin hayatına güzellik katmak için gönderilmişiz gibi tavırlar. Kadına yapılan güzellemeler bana bu yüzden boş geliyor. İnsanız kardeşim insan. Önce burada bir anlaşalım.

Her canlının kendince üstün tarafları olduğu gibi zayıf yönleri de var. Kadının da, erkeğin de. Ama maalesef bizim zayıf yönlerimiz, erkeklerin bize üstünlük kurmasına sebep olmuş. Canım hemcinslerim yüzyıllar boyunca aşağılanmış, hor görülmüş, haksızlığa uğramış. İkinci sınıf vatandaş muamelesi yapılmış kadınlara. Dünyada hâlâ kesinlikle erkek egemenliği diye bir şey var. En iyi ihtimalle gelişmiş bir toplumun vatandaşıysanız bile, eski zamanlardan kalan birkaç bir şey vardır, kırıntı da olsa yine de vardır. Bizim gibi gün geçtikçe muhafazakârlaşan toplumlarda ise manzara daha da vahim.

Diyelim ki başarılı bir iş kadınısınız. Özgeçmişiniz göz dolduruyor. Güzel bir işiniz var. Çocuk sahibi oluyorsunuz. Her ne kadar günümüzde babalar da yardımcı olsa da, sorumluluğun çoğu sizde. Derken, iş yerinde kuyunuzun kazıldığını fark ediyorsunuz. Anne olduğunuz için işinizi aksatmakla suçlanıyorsunuz. Bu eminim ki birçok kadının başına gelen bir durumdur. Bunun gibi bir sürü örnek verilebilir. Başarılı bile olsan dibe çekilmeye layık görülüyorsun, çünkü kadınsın. Bir limitin olmalı. Zaman ve koşullar değişiyor, modernleşiyor, ama hâlâ daha aşılamamış birçok şey var anlayacağınız.

Bir kadının misyonu sadece annelik midir? İyi bir eş olmak mıdır? Evi çekip çevirmek midir? Lanet olsun ki hâlâ bunları tartışıyoruz. Herkes doğru cevapları biliyor, ama uygulamaya geldiğinde kafa yapısı sabit. Ve fark ediyorum ki bunları sesli dile getiren kadınlar da küçümseniyor. “Öff, beğenilmemiş, evlenememiş çirkin biri kesin.” Ya da “Bu da önüne gelenle yatıyordur.” deniyor hakkında. Kadın, toplumun gelenekselliğini benimsememiş biriyse yine yaftalanıyor yani. Geleneksel kadınlarımız da kocaları tarafından eziliyor. Ulan bu bacılarımın yüzü hiç gülmeyecek mi???

Feministim, her zaman kadın kardeşlerimin yar ve yardımcısı olmak isterim, ama erkek düşmanı değilim. Feministlik erkek düşmanlığıymış gibi bir algı var ne yazık ki. Benim gibi düşünen, kadın-erkek ayırmaksızın insan olmayı, karakterli olmayı önemseyen bir erkeğe neden düşman olayım ki? He muhafazakârlara gerçekten katlanamıyorum. Benden uzak olup Allah’a yakın olabilirler. Örneğin, bu yazdıklarıma katılmayan, az önce bahsettiğim kötü düşünceleri aklından geçiren bir kadın da bu haz etmediğim erkeklerden farksız gözümde. Sırf aynı cinsiyetteyiz diye ona torpil mi geçeceğim? Hani diyorlar ya, "Ben seni de savunuyorum kardeşim." Yoo? O benden nefret edecek, ama ben onu savunacağım. Tabii ki şiddete uğrayan, başına kötü bir şey gelen bir insanın benimle aynı görüşleri paylaşmasa da destekçisi olurum. Ama benden farklı bir hayat görüşüne sahip olup, bundan da son derece memnun, üstüne benim gibilerin varlığından rahatsız olan bir insanla tartışma bile tartışmam. Yollarımız ayrıdır, kendisine başarılar diler geçerim.

Hümanist olmak zor zanaat. İstediğimiz kadar iyimser olalım, bu hayatta sevmediğimiz insanlar var, olacak da.

Kadın-erkek ilişkisini konuşacak olursak, üzen taraf değişken olduğu için genelleme yapılacak bir durum göremiyorum bu konuda. Türlü türlü birliktelik var. Arz-talep meselesi gibi bir durum söz konusu. Baskın bir erkek karakter varsa, erkeğin baskın olmasını isteyen bir kadınla birlikte. Ya da tam tersi; kadın baskınken, erkek uyum gösteriyor. İki baskın karakter varsa, sürekli kavga-dövüş halindeler. Orta yolu bulmuş insanlarsa problem çıkmıyor. Değişiyor yani. Tabii ki benim ikili ilişkilerde rahatsız olduğum şey, erkeklerin kısıtlayıcı oluşu. Ama dediğim gibi, bundan çok memnun kadınlar da var. Kısıtlanmak önemsenmek anlamına geliyor bir nevi. “Beni umursuyor, o yüzden böyle olmamı istiyor.” diye düşünülüyor.

Ben size bir şey söyleyeyim mi? Biz kadınların genel problemi bu aslında. Değersiz hissetmek. En büyük bug’ımız da bu. Kendi potansiyelimizin farkında olmayıp, birilerinin iki hoş sözüne kanmak. Bu sadece aşk anlamında değil. Gerçekten her sabah kalkıp, “Ben çok iyi biriyim. Çok güzel yönlerim var.” gibi kendimizi motive edici cümleler kursak, bu kadar kandırılmaz, bu kadar ilgi alaka bağımlısı olmayız belki. Güzel şeyler işitmek bizim en büyük ihtiyacımız. Bana göre yetiştirilirken bir yanlışlık yapılıyor ve biz bu hale geliyoruz. Kitlesel bir zaafiyetin başka bir açıklamasını bulamıyorum açıkçası. Ya da doğamızda mı var acaba? Neden böyleyiz ya rab??? Belki de kendimizi yetersiz görüyoruz. Eksik görüyoruz. İlgi açlığımız bu yüzden. Neticede kadınız. Erkek değiliz. Böyle bir algı yaratılmış. ALGI OPERASYONUNA KURBAN GİDİYORUZ RESMEN.

Biraz da erkek cinsiyeti hakkında atıp tutayım. Kadınlar hakkında biraz daha yazarsam ağlayacağım bu gidişle. :((

Erkek olmak doğuştan 1-0 önde olmak gibi bana göre. 1-0 öndesin diye maçı galip bitireceğinin garantisi yok, ama avantajlısın işte. Zaten bu avantajı her erkek değerlendiremiyor. Önde olmanın baskısını kaldıramıyorlar, gol yiyip yeniliyorlar. Eziklik psikolojisi gelişiyor bu sefer de. Erkeğim ama güçlü değilim, erkeğim ama yetersizim gibi. Çocukluktan bu yana yüklenen misyonun bir diğer yanlış sonucu da bu. Halbuki sen bir insansın. Günahınla, sevabınla bir insan. Sana uygun görülmüş, olmaya mecbur bırakıldığın figür olmak zorunda değilsin.

Ben fark ettim ki, bazı erkekler bir konuda kadının gerisindeyse, başka konularda üste çıkmaya çalışıyor. “Sen burada benden iyisin ama ben de burada senden iyiyim” diye düşünerek içlerini rahatlatıyorlar. Gerçekten karşılarındaki kadının onlardan üstün oluşunu tehdit olarak görüyorlar. O heybetli görünümlerinin altında korkak, özgüvensiz bireyler yatıyor, ama illâ ki yiğitliğe bok sürdürmeyecekler.

Erkeklerin de imtihanı, üstün olmak zorunda oldukları bilinciyle yetiştirilmek sanırım. Dediğim gibi her erkek bu baskıyı kaldıramıyor. Durumu avantaj olarak gören ise tam anlamıyla “winner” oluyor. Allah’ım keşke ben de winner bir erkek olsaydım diye geçiriyorum içimden. Kadın olmak fena değil, hatta birçok yönüyle keyifli de denebilir. Ama erkek olmak muhteşem geliyor bana. Bir kere çok daha üstünden biri olurdum gibime geliyor. Kadın beyni her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünüp, hayatı kendine zehir edebiliyor. Ama erkeklerde pozitif bir pratiklik var. Tak tak tak, bitti. Bunlar tabii ki de herkesi kapsayacak şeyler değil. Bir erkek çıkıp da, “Hayır o işler öyle sandığın gibi olmuyor.” diyebilir. Ben gözlemlerime dayanarak konuşuyorum. Mutlaka benim de kaçırdığım ya da yanlış düşündüğüm şeyler vardır.

Sanırım yazacaklarım bu kadar. Görüş belirtmek isterseniz çok sevinirim. Farklı bakış açılarını okumayı seviyorum. Hoşça kalın!

17 Mayıs 2018 Perşembe

Sex and the City Karakter Analizi

Merhabalar!

Bugün izninizle Carrie Bradshaw’lığa soyunacağım. Bilmeyenler için kısaca açıklayayım: Dizimizin başrolü olan Carrie, bir gazetede ilişkiler hakkında köşe yazısı yazıyor. Ben de bugün, dizinin dört ana karakterini yorumlayacağım.

Bildiğiniz üzere göreve başlamak için güvenlik soruşturması vs prosedürleri bekliyorum. Önümde muhtemelen boş geçireceğim birkaç ay daha var. Bu süreçte kendime faydalı şeyler de yapıyorum, piyano çalmayı öğrenmek gibi. Yeni dizilere başladım. Ama asla ve asla kopamadığım, bu sene 3 kez izlediğim bir dizi var ki, o da Sex and the City.

İzleyenler için problem teşkil etmese de, izlemeyenler için bol bol spoiler içerir. Aman dikkat!

Eveet, izninizle başlıyorum. Dizi 1998-2004 yılları arasında çekildi. Dizi başladığında 3 karakter –Carrie, Miranda, Charlotte- 32 yaşındaydı, Samantha ise onlardan 5-6 yaş kadar büyüktü. Bu dört bekâr kadın, aslında dört farklı kişilik. Ortak noktaları ise Carrie.



Carrie Bradshaw, gazetedeki köşe yazısı kısmında kendi hayatı ve arkadaşlarının hayatları ile ilgili durum tespitlerini, kafasında beliren soru işaretlerini kaleme alıyordu. Nasıl bir kadın diye soracak olursanız, ben iki kelimeyle ifade edebilirim sanırım: Serseri mayın.

Carrie hislerinin peşinde koşan bir kadın. Bir erkek ona güzel şeyler hissettirebildiyse, durum istediği kadar saçma, mantıksız görünsün, yine de vazgeçmiyor. Olmayacak duaya amin demek bu olsa gerek. Bir bölümde alkol bağımlılığı nedeniyle terapi gören bir adamla çıkmaya başlamıştı. Adam “Aslında bir ay daha kimseyle flört etmemem gerekiyordu.” diye uyarmasına rağmen Carrie umursamadı, adamla görüşmeye devam etti. Sonrasında adam, alkole olan bağımlılığını olduğu gibi Carrie’ye aktardı ve kadının başına bela oldu. Bu ve bunun gibi örnekler, Carrie’nin ilişkilere bakış açısını özetliyor aslında. Arkadaşları onun dertlerini dinlemekten yorulup psikiyatriste yönlendirdikten sonra aldığı randevuda, doktoru ona bir soru yöneltmişti. “Belki de siz yanlış insanları seçiyorsunuzdur?” Yani bu sorunlu diye bahsettiği insanların ortak noktası Carrie’ydi. Tamam, hepsinin türlü manyaklıkları vardı ama neden hepsi Carrie’yi bulmuştu? Carrie bunu asla kabullenmek istemedi. Topu çıktığı/birlikte olduğu adamlara atmak daha kolay geliyordu çünkü.

Mr. Big’le yaşadıkları, başlı başına bir konu. Ben Mr. Big’i inanılmaz çekici buluyorum. Yani o adama her kadın kafayı takar bence. Carrie’yi, Big’i bir türlü atlatamadığı için suçlamıyorum o yüzden. Ama ilişkide yaptığı hırçınlıklar, kafasından geçenleri adama dümdüz söylemekten korkup başka türlü ifade etmeye çalışması ve sonunda kopan kıyametler falan, Carrie bir sürü hata yaptı bu konuda. İlişkiyi hep Big’e göre yaşadılar. Adam ne zaman ne isterse aldı. Carrie hep tamam dedi. Düşünsenize, Aidan’la olan ilişkileri mahvoldu Big yüzünden! Aidan’a yaptıkları yüzünden Carrie’yi asla affedemeyeceğim sanırım.

Dizinin devam filmlerinin ikincisinde, Carrie artık Big’le evlenmiş, kız arkadaşlarıyla Abu Dabi’ye tatile gitmişti. Orada karşılaştığı Aidan’la buluşup öpüşmesi, yaptığı en saçma hareket olabilirdi! Be kadın, sen senelerdir kafayı kırmışsın Big, Big diye, Aidan’ı Big’le aldatmışsın, Aidan sana evlenme teklifi etmiş, evlenememişsin, şimdi bu adam nasıl tekrar ilgini çekebildi? Bu kadın insanı manyak eder. Eğer hayatınıza böyle bir kadın girdi ve sizi üzdüyse, ağzınıza geleni söylemekte haklısınız beyler.

Carrie'nin karakter analizinde önem teşkil eden alışveriş düşkünlüğüne de değinmeden olmaz. Yüzlerce ayakkabısı olan, hatta bu ayakkabılara verdiği parayla ev alabilecekken bunun farkında bile olmamış bir insan kendisi. Bana göre korkunç bir kıyafet dolabı var. Göz kanatıcı kombinlerine defalarca şahit olduk. Ancak dizinin çekildiği dönemde, en ünlü markalar onu giydirebilmek için yarışıyormuş. Yani her bir kıyafetinin bir olayı varmış. Gece elbiselerini başarılı buluyordum; ama gündüz kombinleri kötüydü bence. 

Sonuç olarak Carrie karakterini toparlamamız gerekirse: Hırçın, inatçı, tutkularına göre yaşayan, kimi zaman bencil, kimi zaman fedakâr olabilen, genel anlamda güvenilmeyecek bir kadın profili görüyoruz. Dizinin başrolü olmasına rağmen karakterler arasında en az sevdiğim kadın Carrie olabilir. Bye bye Carrie. Bir sonraki karaktere geçiyoruz.



Miranda Hobbes, ekibin kısa saçlı kızılı. Maskülen görüntüsü onu seksepaliteden uzaklaştırsa da, o da içten içe yüksek bir libidoya sahip. Samantha gibi realist, hatta kimi zaman fazla pesimist. Samantha’dan farkıysa, içten içe duygusal ve kırılgan olması. Edindiği tecrübelere gerçekçi yorumlar getirirken, durumun vehametine üzüldüğünü görüyoruz çoğu zaman. Hala daha bir şeylerin değişmesini istiyor, ama erkeklerden umudu kesmek üzere. 30’lu yaşların da sonuna varıp hala bekâr olduğunda, durumu şakaya vuruyor, kendisiyle dalga geçiyor; ama biz bilmiyor muyuz üzüldüğünü. Ah Miranda ah.

Beklenmedik bir anda onu tanımak isteyen, hayatına girmek isteyen bir erkekle karşılaşıyor: Steve. Steve, dizide en çok sevdiğim erkek olabilir. Tam bir bebiş. Ama sosyoekonomik farklılıklar nedeniyle yürütemiyorlar. Miranda zengin sayılabilecek bir avukat. Steve ise bir barmen. Hem çalışma zamanları, hem gelirleri, hem de çevreleri uyumsuz. Miranda zaten huysuzun teki. Steve ne kadar huyuna gitmeye çalışsa da bir yerde hep tıkanıyorlar. Ama birbirlerini gerçekten sevdikleri de ortada.

Steve’de testis kanseri çıkması üzerine onunla “acıma seksi” yapan Miranda, hamile kalıyor. Ve bu iki farklı insanın tekrar hayatları kesişiyor. Miranda’nın bir dönem hayatına giren doktor komşusu, benim aşırı hoşuma giden karakterlerden biriydi. Adamı biraz harcadı ama n’apalım! Miranda ile Steve aşkı diye bir şey var.

Miranda karakterini tek bir kelimeyle özetleyebilirim: Huysuz. Vallahi aklıma başka bir şey gelmiyor. Dürüstlüğü, arkadaşlarına olan düşkünlüğü ise bebiş huylarından. İş hayatındaki başarısını da takdir ediyoruz elbette. Yürü kızım Miranda, arkandayız.



Geldik Charlotte’a! Dizide beni Carrie’den bile fazla kanser eden karakterimiz Charlotte York, taammm anlamıyla bir kezo. New York City’de yaşayıp bu kadar ezmo olabilmeyi nasıl başardın ya??? Hayalperestliği, her ama her date’ine “Ayyyy bunla ciddi bir şeyler olacak galiba” diye yaklaşması, sürekli evlenmek istemesi, daima Polyanna olması falan gerçekten katlanılabilir bir kadın değil bu. İçinde inanılmaz bir romantik yatıyor bu kadının. Bütün misyonu evlenmek ve çocuk sahibi olmak. Nihayet aradığı aşkı bulduğunu düşündüğü zengin doktor Trey MacDougal’la alelacele evleniyor. Ve fark ediyor ki, kocasının erekte olma sorunu var! “He can’t get it up!” cümlesi bütün izleyenlerin aklına kazınmıştır sanırım. Kadın kocasının problemini çözmek için inanılmaz bir çaba sarf ediyor ve başarılı da oluyor. Ama yine de Trey’le yürütemiyorlar. Adamın zengin, iyi bir aileden gelmesi, Charlotte’a çok iyi davranması, ciddi düşünüp hemen evlenmesi falan bile yetmiyor bir yerden sonra. Trey olacak iş miydi Charlotte ya? Bir sürü erkekle beraber olup evleneceğin adamla seks yapmadan evlenmek zaten dünyada gördüğüm en saçma olay. Ee, bu aptal davranış da ancak Charlotte’dan beklenirdi. Zengin kocayla evlenip işini bırakması da oldukça eleştirilmesi gereken bir davranıştı. İkinci kocasıyla evlenebilmek için Yahudi olması peki?? Bu kadın evlenebilmek için her şeyi yapar ya, gerçekten böyle bir motivasyon görmedim hayatımda. Harry’yi sevdim ama ben, çok iyi adam. Nihayet onunla mutluluğu buldu ezmo kızımız. Çocuk sahibi olamıyordu, evlat edindiler. Sonra kendisi de hamile kaldı. Tamamen mutlu son!

Charlotte karakterini özetlemek gerekirse: Tabii ki kezban diyorum. Dürüst ve ahlaklı biri olması, fedakâr ve düşünceli bir arkadaş olması, iyi bir eş olması falan da iyi özellikleri işte. Yeter, bitiriyorum bu karakteri de.



VEEEEEE, GELDİK BEBEKLER BEBEĞİ, İDOLÜM, TAPTIĞIM KADINA… SAMANTHA JONES… YÜRÜYEN LİBİDO…ERKEK AVCISI…PROFESYONELLİKTE BİR DÜNYA MARKASI…

Samantha Jones, grubun en yaşlı üyesi. Arkadaşları yaşını az çok tahmin etse de çaktırmıyor, Samantha’yı üzmüyorlar. Samantha, bir PR’cı. Organizasyonlar, davetlerle ilgilenen bir ajansı var. Yüksek sosyeteyle bağlantıları olan, zengin bir ablamız. Bu bağlantılar tabii ki sadece iş ilişkisi değil. Kendisi seks konusunda çığır açmış biri. İnanılmaz cüretkâr olabiliyor bu konuda. Ne zaman, ne istediğini net bir şekilde ifade etmekten korkmuyor. Erkeklerle ilişki düşünmemeye gayret ediyor. 2 kez kalbini kırdılar bebeğimin. O yüzden o sulara girmektense, sadece seks yapmayı tercih ediyor.

Samantha’nın bir Richard’ı vardı ki, en sonunda kadını sevgili olmaya ikna edebilmişti. Adam milyoner, orta yaşlı, Samantha’ya hitap edebilecek biri. Sadece güvenilmez bir adam. Tek sorun bu (sanki küçük bir sorunmuş gibi). Samantha Richard’a değer vermeye başladıkça, Richard’ın kalbini kırmasından endişelenir hale geliyor. Ya aldatılırsam korkusu, ona peruk takıp sevgilisini takip etmeye kadar aklını kaybettirebiliyor. Veee Richard’ı gerçekten de bir kadınla basıyor. Güç bela ikna edilip tekrar barıştığındaysa, aynı durumun tekrarlanabileceği korkusu, ona ilişkiyi bitirtiyor. Samantha’nın meşhur “I love you, but I love me more” cümlesi ilk kez burada kuruluyor.

Peki ben Samantha’ya neden bu kadar hayranım? Erkekleri sadece seks aracı olarak görmesinden dolayı mı? Hayır. Sekse olan düşkünlüğü ve özgür ruhu gerçekten takdir edilecek cinsten. Ama Samantha sadece seksten ibaret bir kadın değil. Tam anlamıyla olgun, mantıklı, tutarlı bir kadın. Arkadaşlarına en mantıklı ilişki tavsiyelerini veren, en sonunda mutlaka haklı çıkan kişi Samantha’dır. Ve de işin en önemli noktası, arkadaşlarına mantıklı tavsiyeler verirken kendi hayatında sıçıp batırmıyor. Bu düşüncelerini gündelik yaşamına tamamen entegre edebilmiş. Gerçekten düşündüğünü yaşıyor. Bu müthiş bir meziyettir arkadaşlar. Bilenler bilir. Bir gün bunu uygulayabilirsem, gerçekten çok mutlu olacağım.

Samantha’nın başına gelen en güzel şey Smith Jerrod sanırım. Ünlü bir vejetaryen restoranında garsonluk yapan Smith –o zamanki adıyla Jerry-, Samantha’nın radarına giriyor. Kısa sürede kendilerini yatakta buluyorlar. Steve’in Miranda’yı kazanmak için gösterdiği çabayı Smith de Samantha’ya gösteriyor. Samantha zamanla ilişki tabusunu yıkıp, kendini Smith’e açıyor. Samantha’nın en zor günlerinde bile yanında olan Smith, gerçekten vefalı bir erkek. Samantha’cığım, güçlü bağlantılarını devreye sokarak Smith’i ünlü bir film yıldızı yapıyor. Smith, Samantha’yı hem çok seviyor, hem de Samantha'nın ona yaptığı iyiliklere minnet duyuyor. Seviyoruz seni Smith.

Samantha'nın meme kanserine yakalanması ve ardından girdiği menopoz süreci biraz sıkıntılı dönemler geçirmesine sebep oluyor. Kemoterapi aldığı dönemdeki soğukkanlılığı, kanser dayanışması adına katıldığı bir gecede sıcaklayıp peruğunu çıkarmasıyla ekol oluşu, özetle her şeyiyle sıradışı bir kadın olmayı başarıyor Samantha'cığımız. Smith'in Samantha'ya destek olmak için saçını kazıttığı bölümse tüyleri diken diken ediyor.

Samantha’nın vecizelerinden aklıma gelenleri yazacağım şimdi de.

“I've never been friends with men. Women are for friendships, men are for fucking.”
(Asla erkeklerle arkadaş olmadım. Kadınlar arkadaşlık, erkeklerse yatmak içindir.)

“What happened was in the past, leave it there.”(Geçmişte olan geçmişte kalır.)

“Oh please! There is always a contest with an ex. It’s called ‘who will die miserable’.”
(Hadi ama! Eski sevgiliyle aranda her zaman bir yarışma vardır, adı da ‘kim çaresizce ölecek’tir.)

“I don’t really bleave in marriage, but botox on the other hand, that works every time!”
(Evliliğin işe yaradığına inanmıyorum, ama diğer yandan botoks, her zaman işe yarar!)


Umarım okurken keyif aldığınız bir yazı olmuştur. Görüşmek üzere!

10 Mayıs 2018 Perşembe

Latin Dansları ve Sosyal Dans Hakkında

Merhaba! İnanın yazıyı yazmaya başlarken ne hakkında yazacağımı asla düşünmedim. Tam şu esnada karar vermem gerekiyor, zira ilerleyemiyorum. İzninizle biraz düşüneyim. Eveet konuyu buldum.

Belki yeni hayatında kendine aktivite arayan arkadaşlarımız vardır, latin danslarıyla ilgili bilgi ve tecrübelerimi sizlere aktarayım diye düşündüm. Başlamadan önce, dans geçmişimden bahsedeyim biraz.

Çocukluğuma kadar ineceğim, burası kişisel blogum kimse kusura bakmasın. "Büyüyünce ne olacaksın" diye sorduklarında ilk cevabım dansözdü benim. Aşşşşırı seviyordum göbek atmayı. Asena idolümdü. Bana göre o gelmiş geçmiş en iyi dansçıydı hatta. Bir kere darbukayla senkronize hareketleri bana inanılmaz geliyordu, çünkü o öyle figürler sergileyince efekt olarak "tak, tak" diye ses geldiğini sanıyordum. Darbuka olduğunu anlamam biraz sürdü yani shdjskd. Neyse, hepimizin çocukken böyle "bir şeyleri öyle sanış"ları vardır. Bir arkadaşım karabiberi kum sanıyormuş mesela. Tamam çok dağıttım toparlıyorum. Yani dansa ilgisi olan bir çocuktum. Böyle olunca annem ilkokulda folklöre gönderdi. İlk dersine gittik işte birlikte. Oyunu da hiç unutmuyorum "Dıv dıv" diye bir şey. Çok basit bir temel hareketi öğretiyorlar, herkes yaptı bir ben yapamadım. Annem de "Hadi kızım, bak şöyle" diyor, yapamıyorum. Arkadaşlarım göstermeye çalışıyor, yine olmuyor. Hoca zaten umudu kesti benden. Ben de aşırı stres oldum böyle direksiyon başında ter döken acemi sürücü gibiyim. Yok dedim ben bunu yapamicam. Çıktık çalışmadan eve geldik. Sanırım bir şeyi bakarak öğrenme kabiliyetim yok benim. Subkorteks öğrenebiliyorum. Beyin işin içine girince kafam karışıyor sjdkd. Neyse, bu acı deneyim bu şekilde sonlandı.

Geldim ortaokula. O dönemler de aşırı zayıfım, çöp gibi bir şeyim. Bacaklarım en son 2006 yılında inceydi zaten. Anıyoruz rahmetle. Sene sonu gösterisi olacak, biz de Shakira'nın Objection şarkısıyla dans edeceğiz. Koreografimizin bir bölümünde bir bel kıvırma hareketi yapıyoruz ama benim tersime geliyor hareket. Yoksa Asena'lık kanımızda var kimseye göbek atamıyo dedirtmem. Ama bana göre ters yönde çeviriyoruz ve ben yine beceremiyorum. Soxam böyle vaziyete. Hoca da diyor işte "çok zayıfsın, iyi kıvırtamıyorsun". Beni arkaya aldı, ben ağlıyom hüngür hüngür. Şarkı da söylicem o gün, ağlamaktan sesim kısıldı. Sad story'ler bitmiyor anlayacağınız. Lisede dansla ilgili bir anım yok, direkt üniversiteye geçebiliriz artık.

Üniversiteye başladığımız gibi arkadaşlarla okulun çeşitli kulüplerine kaydolduk. Biz arkadaşımla salsa ve tangoya yazıldık. Kısa sürede tangoyu saldık ama salsa gerçekten güzeldi. Haftada bir gün, yaklaşık 2 saat sürüyordu. İşte temel adım, sonra partnerli küçük kombinasyonlar, son 20 dakikasında da bachata öğretiyorlardı. Üniversitenin dans topluluğunun okulda ve dışarıda dans geceleri oluyordu. Bir kere gideyim dedim, özgüvensizlikten hiçbir şey yapamadım, çılgın gibi dans edenleri görüp "Ben bunlarla baş edemem" diyerek mekanı terk ettim. Salsayı sevmiştik sevmesine de, daha dönem 1'iz, okul tecrübemiz yetersiz, ders çalışalım diye derslere gitmeyi de bıraktık.

Dönem 2'yken bir tiyatro kulübü denemem oldu. Başındaki kıza uyuz olduğum için ayrıldım. Kendime yeni bir uğraş bulmak istiyordum, "Ulan dansa geri döneyim bari" dedim. Dans gecelerine gitmeye başladım. Bildiğim şeyler de gerçekten temel hareketler he. İşte üç beş kişi ancak dansa kaldırıyor. Kaldıran da bir bok bilmediğimi anlayınca laf sokuyor, suratı düşüyor. Hiç unutmuyorum biri "E sen sadece temel hareket biliyorsun?" demişti. Evet amına koyim? Anamın karnından figürlerle çıkmadık. Böyle demedim tabii ki. "Hıhı az biliyorum evet." falan dedim. Sikikler ya. Neyse sinirlenmiyoruzz. Bilenler bilir, ben bir şeye sebat ettim mi peşini bırakmam. Gerçekten hakkını verene kadar uğraşırım, böyle bir yapım var. Hemen gittim özel dans kursuna yazıldım. Okulun dans gecelerine, dışarıdaki çeşitli oluşumların gecelerine, ne varsa alayına gittim. Bir kere sosyal dans adapte olması kolay bir şey. Salsa için tam olarak öyle olmasa da bachatayı sadece dans gecesine giderek öğrenebilirsiniz. Yemin ederim hiçbir numarası yok. Salsa için güzel bir eğitim şart. Üstüne koymak için de pratik yapmak gerekli. Maalesef dans partnerim olmadı ama dans gecelerinde kendimi çok geliştirdim. Hani keşke sizi pezevenklerin elinden alacak biri çıksa da, gel partnerim ol, birlikte dans çalışalım dese. Deli gibi aşama kaydedersiniz. Ben birkaç arkadaşımla çalıştım kısa süreli. Benim için en faydalısı on2'yu öğrenmek oldu. Salsada On1 ve On2 diye iki çeşit adımlama var. On1, yeni başlayana öğretilen, On2 ise daha ileri seviyedeki dansçıların, dans gecesinde caka sattığı adımlama. Ben on1'ı iyice öğrendikten sonra, rabbimmm on2'yu öğrenem diye delirmeye başladım. Bir abi var sağ olsun, kısa sürede öğretti bana. Böylece iyi dans eden (çoğunluğu hoca) insanlarla da etkileşimim arttı.

Bir kere dans konusunda her zaman iyileri kovalayacaksın. Egoyu bir kenara bırakman gerekiyor. İyi dans edeni dansa kaldıracaksın. Başta rezil olmaya yakın şeyler yaşıyorsun tabii ki. Yeterince iyi bilmediğin için, karşındakinin verdiği komutları doğru alamıyorsun. Yaptırmak istediği hareketi yapamıyorsun falan. Ama böyle böyle gelişiyorsun. İyiyi kovalamadan, ilerlemek gerçekten zor. Dans gecesine gelip, "ben kimseyi kaldırmam" dersen, seni de orta derecede bilenler kaldırır, ki o da en iyi ihtimal. Maalesef iyi dans edenlerin çoğu, kaşına gözüne bakıp da dansa kaldırmıyor. Tabii ki arada yavşakları var, ama benim kovaladığım dansçılar asla kimsenin ayağına gitmiyordu. Kendi arkadaş çevreleri ya da onları dansa kaldıranlarla dans ediyorlardı. Eee napalım biz de gittik ayaklarına.

Şimdi sıfırdan dansa başlayacak arkadaşlara tavsiyeleri toparlayalım. Önce erkekler cephesinden bakalım. Kız düşüyor mu? Düşüyor kardeş. Ama beginnerken zor. Bu işin şakasıydı ama tabii ki her şakada bir gerçeklik olduğu gibi, burda da var. Dans bir flört mecrası, bu bir gerçek. Salsa eşli dans olduğu için, erkeğin işi daha zor. Hareketleri erkek planlıyor. O yüzden pratik aksatılmamalı. İyi bir dans kursuna gidilmeli, dans gecelerine sık sık gidip o dersler pekiştirilmeli. Belli bir seviyeye kadar sıkıntı çekeceksiniz. Dansa kaldırdığınız kızlar sizi reddedebilir, ya da dans ederken suratı düşebilir. Ben de geçtim aynı yollardan, şimdi kimseye zamanında bana yaptıkları gibi vücut diliyle ya da sözel olarak tavır almıyorum, ama içimden "Allah'ım ben hayır kurumu muyum, bitsin artık şu şarkı" diye geçirdiğim oluyor. Özetle vazgeçmiyoruz beyler.

Kadınlaraysa vereceğim daha deep tavsiyeler var. Canım hemcinslerim, öncelikle dansa dans için gelmeyen çok erkek var. Bunu zaten tahmin ediyorsunuzdur. Bu erkekler genelde iyi salsa bilmez, hatta belki hiç bilmez, bachatayı biliyordur. Gereksiz bir güler yüzlülük, bir konu açma çabası, ya da bedensel yakınlaşma denemeleri olacaktır. Bachata bu duruma çok müsait bir dans türü. Ben gerçekten bachatadan keyif alıyorum ama kiminle dans ettiğinle inanılmaz alakalı. Bunun erkeğin dış görünümüyle falan pek ilgisi yok. Gerçekten samimi söylüyorum bunu. İyi bir dansçı olacak, hareketleri öküz gibi, ya da gereksiz erotizm dolu olmayacak. Ölçüsüyle yapıldığında harika bir dans, ama kaç kişi başarıyor derseniz, oldukça az. O yüzden bir eliniz mutlaka adamın omzunu itip uzaklaştırabilecek şekilde yerleşik olmalı. Rahatsız edici tiplerden bu şekilde kendimizi koruyabiliriz. Salsada zaten böyle sorunlar asla yok. Müthiş keyifli, ama her şey gibi emek isteyen bir dans. Bizim öğrenmemiz kesinlikle daha kolay. İlerledikçe Lady Style derslerine gidip, shine (dans esnasında yapılan solo figürleri) öğrenebilirsiniz.

Son olarak dans festivallerinden bahsetmek istiyorum. Ben bir kez katılabildim, ama hayatımdaki en güzel deneyimlerden biriydi diyebilirim. Sabah 4'e kadar dans ettiğimi biliyorum. Hem de ülkenin en iyi dansçılarıyla dans edebilme fırsatı buluyorsunuz. Gerçekten çok ama çok keyifliydi. Bir daha gitmek için sabırsızlanıyorum. Showlar, partiler, workshoplar, gerçekten dolu dolu geçiyor. Çağ atlatır insana, o derece güzel bir imkan.

Yazımı burada sonlandırıyorum. Umarım faydalı olabilmişimdir. Yeni bir şehirde, yeni bir hayata başlayacak olan okuyucum varsa, sosyalleşmek adına güzel bir aktivite olabilir. Öğrenciler için de aynı şekilde. Dans güzel şey ya. Gerçekten iç kıpırdatıyor. İnsana enerji ve mutluluk veriyor. Bir şeyi başarma hissi zaten mükemmel. Yeni insanlarla tanışmak da keyifli. (çoğu mal olsa da) Öyle yani, herkese tavsiye ediyorum. Hepinize heyırlı günler diliyorum. Hoşça kalın!

4 Mayıs 2018 Cuma

Günlükvari 2

Selamlar! En son yazdığım yazının üzerinden 1 ay geçmiş yine. Ulan ne ara geçti bunca zaman, yine anlayamadım. Asında boşşşlar boşuyum, gün içinde hele de erken uyanmışsam ve akşama kadar bir planım yoksa, kendimi nasıl oyalayacağımı şaşırıyorum. Ama diğer yandan da zaman deli gibi akıyor. Bu yazı da gelişine olsun madem. Yazmadığım bu bir ayda neler yaşadım, onları anlatayım. 

Eveeet, öncelikle Antalya’dan İstanbul’a geçişimden bahsedeyim. Orada çok yakın bir dostum var, çocukluk arkadaşım. Ne zamandır aklımdaydı İstanbul’a gitmek, gerçekleştireyim bari dedim. Ev arkadaşım (hala eski demek istemiyorum, umarım güncel ev arkadaşım da olur kendisi 😔) ailesiyle İstanbul’a gidiyordu, babasının uçak fobisi olduğu için arabayla gideceklerdi. Dedi sen de gel. Duruma “Bedava ve ekstra bir yiyecek” karikatürü gibi yaklaştım, "oluuur" diye kabul ettim hemen. Zaten manyaklar gibi para harcıyorum, nereden kıssam kâr.
Neyse geldim İstanbul’a. İlk gün olaysız, evde geçti. Ertesi gün Nişantaşı’na gittik, lüks bir manikür-pedikürcüye tırnak bakımı yaptırdık. Ben hayatımda böyle bir şey yaptırmış değilim. Zaten canım acır diye çekiniyordum. Ellerimin ihtiyacı yok ama ayaklarım tam bir toynak. Dedim insana dönmek istiyorum, tamam yaptıralım. 140 tl verdim. Ama hak etti bence ya. Kalıcı oje sürüyorlar bir kere, hala daha şu kadarcık çıkmışlığı yok. Kremler, bilmem neler, ayağımın bizzat kendisi inanamadı böyle bakıldığına. Ayaklarıma yükseldim resmen. Neyse oradan çıktık, öğle yemeği yedik. Sonra arkadaşımın ofise gitmesi gerekti, ben de etrafta biraz oyalandım. Hee, Antalya’dan ayrılmadan önce saçımı kestirmiştim. Karı yamuk kesmiş. Ben de tabii obsesiflikten şurdan düzeltem, burdan düzeltem diye iyice kırptım saçı. Onu tekrar düzelttirdim bi kuaförde. Ama tekrar kesim parası asla vermek istemiyorum aslaaa. Adama durumu anlattım, neyse ki çok para almadı. Sonra arkadaşımla tekrar buluştuk, ne zamandır gitmek istediğim Room and Rumours’a gittik. Biliyorsunuzdur, Başak Dizer’in mekanı orası. Anamm, ben son derece salaş bir kombindeyim. Mekana bir girdim, birbirinden alımlı bir sürü insan. Meğer yeni koleksiyon mu ne tanıtıyorlarmış, mağaza bölümünde inanılmaz bir hareketlilik var. Girdim bakıyorum ben de yalandan. Mümkün mü yani bir şey alabilmem shdjkfj. Instagramda moda ve sosyete diye bir hesap var, onun sahibini de gördüm. Derkeenn sağ yanımda Başak Dizer belirdi. Rabbimm, bu kadını Kıvanç’a yakıştırmayanlar sikimi yesin. Shjddkf kusura bakmayın ama öyle. Bir kere fiziği muhteşem. Yüzü de gayet güzel, inanılmaz asil bir kadın. Her daim şık, tabii ki mesleği bu ama modayla ilgilenen herkes onun kadar istikrarlı değil bence. Bu kadını rüküş göremezsiniz, bu kadar net. Neyse mekanın kokteylleri güzel oluyormuş, içelim dedik. Bitirdikten sonra da tatlı yemeye gittik. Ooohh maşallah ilk günden ortalığın amına koydum. Bu para harcama grafiğini yorumlamam gerekirse, İstanbul’da yaşamadığıma şükrettim diyebilirim.
İlk gün bir sürü şey yaptıktan sonra, sonraki günlerde biraz ağırdan gideyim dedim. Yani böyle giderse para dayanmayacak, bu nedir arkadaş. Daha salaş takılmaya başladık sonra. Arkadaşımın spor salonu üyeliği var, beni de misafir olarak sokabiliyor. Ayda 3 kerelik misafir getirme hakkı var ama kimsenin takip ettiği yok. 2 hafta boyu düzenli spor yaptım bu sayede. Baya iyi oldu.

Bu arada da deli gibi yerleştirme sonucunu bekliyorum. Ha açıklandı, ha açıklanacak. Okuldan arkadaşımla da buluştuk 2 kez, yürüdük bir sürü, güzel vakit geçirdik. O da sonuç bekliyor, ben de. Her an konu ona dönüyor ama assssla açıklanmıyor. Drtus diye bir site var, millet orayı mesken tutmuş. Ösym’nin sitesinde aktif link diye bir şeyi kovalıyorlar. Ne hesaplar, ne plan programlar. “Şu saatte açıklanacakmış arkadaşlar, bir tanıdığımızdan kesine yakın bilgi.” O saat geliyor, açıklanmıyor. Millet “hocam yakıştı mı” diye adama gömüyor. İnanılmaz atraksiyonluydu yani. Başta ne geri zekâlı bu millet diye delirmiştim ama sonra ben de bağımlısı oldum. Bir şey yazmıyordum ama oradaki akışı izlemek müthiş keyif vermeye başladı.

Veee o gün… Bebek sahilinde yürüyüşteyim. Telefona da az bakıyorum bilerek, kafamı dağıtmaya çalışıyorum. Bir baktım, arkadaşım yazmış “Lan açıklandı” diye. Elim ayağım birbirine dolaştı. Orta yerde, iki büklüm oldum. Tc mi falan giriyorum, dua ediyorum bir taraftan. Sonra o yazıyı gördüm… DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ İÇ HASTALIKLARI… Sesli sesli ağlamaya başladım. Yemin ediyorum kimse umurumda olmadı o an. “Ühüühühühühü kazandım ühühühühü”, aynen böyleyim. Sonrasında uzunnn bir telefon trafiği, tebrikler, sevinçler vesaire. Şükürler olsun canım rabbim, kurban olam ben sana. Ya inanılmaz korkuyordum kazara nörolog olacağım diye. Tabii ki gayet iyi bir branş, ama ben dahiliye istiyorum. İstediğimi almak istiyorum her şeyden önce. Bir kez de seçtiğimi elde edeyim, kader ya da başka faktörler beni yönlendirmesin istiyorum. Ulan o kadar gergin bir şekilde günlerce bekledim, 1. girmişim. Yemin ederim ben şoktada. Bileydim az daha ferah tutardım içimi. Neyse şükürler olsun diyorum tekrardan. HAYALİM GERÇEK OLDU.

Sonuçlar belli olduktan birkaç gün sonra, ablam arkadaşının nişanı için İstanbul’a geldi, 2 gün de onunla ve kuzenimle gezdik. Sonrasında ben de İzmir’e bilet aldım. HEYECANNN. Bu arada kredi kartım ve hesabımda kalan para ağlıyor he. Anasını ağlattım gerçekten. Bir de kalacak yere para ayırmak istemiyorum. O yüzden uzaktan akrabaları devreye soktum, halamın eşinin yeğeninde konakladım. HAY KONAKLAMAZ OLAYDIM. Anasını sikeydim gerçekten böyle bir pişmanlık olamaz. ASLA VE ASLA susmayan iki kadın, devamlı Barbie oynamak isteyen bir kız çocuğu. Zaten okula da uzakmış. Baya baya yoruldum yani bedensel ve zihinsel açıdan. Kayıt işi bir günümü aldı. Onda da nüfus cüzdanımı değiştirmiş olduğum için yıprandım. Allah belasını versin, güvenlik soruşturması formu beynimi yaktı yani en sonunda. Neyse bunlar olumsuz ama önemsiz detaylar. En sonunda bitirdim kaydı. Ertesi gün de Alsancak’a gezmeye gittim. Yanlış bir ayakkabı tercihiyle 13 km yürümüşüm, pedikürlü ayaklarımın yine anasını siktim affedersiniz. Hak etmiyorum ben bu bakımı, bu insanlığı. Neyse, İzmir’e kanım ısındı ama. Zaten önceden de sempati besliyordum. İyi geçinicez bence kendisiyle.
Ertesi gün istikamet yine Antalya oldu. Kuzenim Almanya’dan gelecekti, onu da görmek istiyordum. Bu bahaneyle atladım geldim yine. Canım Antalya’m gavur pussy gibi sıcak. Deniz sezonunu açtık kuzenle. Asla baharda denize girmiş gibi olmadım, sanki yazın ortasındayız, öylesine normal bir sıcaklık vardı. Valla 3 kez girdim, gitmeden bir kez daha gireceğim. Pazar günü bu kız Zonguldak’a döner… Artık kalmak için hiçbir bahanem yok. Ailem beni reddetmeden gidem de onların da gönlünü alam.

Zonguldak’ta yapmayı planladığım şeyler: Diyete başlamak, spor yapmak, müzikle ilgilenmek, Breaking Bad’i bitirmek (2. sezondayım), Netflix belgesellerine bakmak (methini baya duydum), işte film falan izlemek. BBBBBOOŞŞŞŞŞ yapmanın kitabını yazacağım rabbim nasip ederse. Aslında samimi dileğim işe bir an önce başlamak. Bana boşluk yaramıyor çünkü. Beklemedeyim canım rabbim.

Hepinize hayırlı cumalar, iyi hafta sonları diliyorum!

10 Nisan 2018 Salı

İlişkiler ve Kategorileri


Merhabalar! Konu sıkıntısından yazılarıma bir süre ara vermek durumunda kaldım. Materyalim bitti sanırım. Her hafta, hatta her gün içerik üretmek kim bilir ne kadar zordur, ben ortalama 3 haftada bir yazıyorum ama onda bile tıkanmaya başladım.

Bugün ilişkiler üzerine konuşmak istiyorum. Yine kendi görüş ve gözlemlerim ağırlıkta olacak. İnsanlar aradıkları “ruh eşini” ya da hayatlarının bir döneminde onlara eşlik eden insanları bulduğunda ne oluyor, neler kazanıp neler kaybediyorlar, bunları konuşmak istiyorum.

Geçtiğimiz günlerde kuzenim Antalya’ya geldi. Ona, artık aşık olmak istediğimi, seviyeli güzel bir ilişki yaşamaya pozitif baktığımı söyledim. O da bu konuları aşırı gereksiz gören biri. “Neden böyle bir şeye ihtiyaç duyuyorsun ki? İlişki dediğin şey seni aşağıya çeken, vizyonunu daraltan bir engelden başka bir şey değil.” Bana bu cümleleri kurdu. Yani şöyle bir düşününce, o da haklı. Neden hayatımızı biriyle paylaşmak istiyoruz? Bireysel olarak var olmak değil de, başkasıyla bütün olma yolunu seçiyoruz? Ben yalnızlıktan şikayetçi değilim aslında. Kendimle olmayı da seven biriyimdir. İnsan o an sahip olamadığı şeye imrenir ya, bendeki de o durum sanırım. Bir taraftan korkuyorum, istediğin kadar mantıklı, aklı başında biri ol, o işlere girince kısa devre yapıyorsun. Kendine verdiğin sözler, aldığın kararlar hep yalan oluyor. Bir kere gerçekten hayatın kısıtlanıyor. Hoş, bazı kadınlar da kısıtlanmayı seviyor. Ben ne kısıtlamak, ne de kısıtlanmak istiyorum açıkçası. Bir erkeğin gavatlık sınırını aşmaması, maçoluğa da kaymaması gerekiyor bana göre.

Biraz ilişki çeşitlerini irdelemek istiyorum. İlk durağımız erken yaşta başlayan, uzun süreli ilişkiler. Ben liseden beri sevgili olup devam ettiren insanları oldum olası anlamamışımdır. Eh, onlar da muhtemelen benim düşüncelerimi ütopik buluyordur. Yani ben kimseyi eleştirmek maksadında değilim. Tamamen farklı mentalitedeyiz ve bu da doğal. Eleştireceksem de saygı çerçevesinde eleştireceğim sdgshj.

Lise çağı hormon aktif bir dönem (benim için pek değildi). Gençler sevgili yapmaya hevesli, işte flörtler, mesajlaşmalar, okulun bahçesinde turlamalar falan. Hala daha çocuksun, hele karşındaki erkek senden bir milyon kat daha çocuk. İşte bu koşullarda başlayan bir ilişki günümüze kadar nasıl uzanabiliyor, buna gerçekten akıl sır erdiremiyorum. Bu nasıl bir adaptasyondur? Nasıl bir sıkılmamaktır, birbirine doyamamaktır? Bir de hiç başka insanları merak etmiyorlar mı? Yetişkin yaşta flört etmek nasıl bir duygu, yeni birini tanımak nasıl bir şey diye akıllarından geçirmiyorlar mı? Bu kadar mı mutlular yani, gözleri dışarı kaymayacak kadar? Kafamda bu sorular dönüyor işte. Ya ben şerefsizim, ya da onlar fazla şerefli insanlar. Bazı çiftler var, artık 9-10 sene olmuş, ilişkinin karşılıklı olarak boku çıkmış, aldatmalar gırla gidiyor ama hala daha ayrılmıyorlar. Bu da bağımlı kişilik bozukluğu yani. Kesinlikle patolojik. Üçüncü arayan şerefsizleri söylemiyorum bile shgdjf.

Üniversitenin başında sevgili yapan kategoriye geliyorum şimdi de. Bu benim fikrime göre, lisede başlayan ilişkiye nazaran daha sağlıklı. En azından artık reşitsin yani. Kafa biraz daha çalışıyordur. Buradaki sıkıntılı durum, başladığın ilişkinin gayet güzel gitmesi. E ayrılacak durum yok ortada, her şey gayet olağan. Ayrılmaya ayrılmaya evleniyor bu çiftler. Yine yaşanmamışlıklar, yine acaba o olmasa hayatım nasıl olurdular, soru işaretleri. Yani ben olsam böyle düşünürdüm; ama herkes benim gibi olmak zorunda değil tabii ki. Belki de tam aksine, “İyi ki karşıma o çıkmış, gereksiz insanlarla muhatap olmadım” diye düşünüyorlardır. Bense ilk sevgilimle ayrıldığıma göbek atar haldeyim şu an. Tabii o zamanlar üzülmüştüm, bugünkü farkındalığıma varmam yaklaşık bir senemi aldı. İnsan o yaşta daha bir romantik oluyor, birlikte yuva kuracağız, hiç ayrılmayacağız falan filan. Artık biriyle o hayalleri kurabileceğimden pek emin değilim açıkçası. Gözüm açıldı da iyi mi oldu, yoksa kötü mü bilemiyorum.

Üçüncü kategori, sanırım benim içinde bulunduğum grup. İlişkilere önyargılı bakan; ama içten içe güzel bir şey yaşamak isteyen insanlar. Çok gözlem yapmış, herkesten sıkılmış, beğeni eşiği yükselmiş, milletin ilişkisine atar gider yapan ama gerçekten sevme duygusunu da özleyen insanlar. Ühühühü ağlicam şimdi, kendime acıdım bir an. Her şey saf ve temizken, cahillik mutlulukken mi güzeldi, yoksa şimdi mi güzel olacak? Bir kere güvenmek ne derece mümkün artık? Kendini tam olarak nasıl açabilirsin? Duygular ne derece saf olabilir? Diyelim ki kendini açtın, ya üzülürsen? Bu tabii ki her ilişkide mümkün; ama sen diğer insanlardan daha gözü açık olduğunu düşünürken oltaya gelirsen, bunun acısı daha büyük olur. İşin içine ego giriyor çünkü. “Bize de mi menü?” egosu.

Dördüncü kategori, benim pek hakim olmadığım, win-win anlayışı ile süren birlikteliklere pozitif bakan insanlar. Bu ilişkilerde mantık ön planda olacak, eğer durum ciddileşecekse de iki taraf da kendi kazancına bakacak. Profesyonel bir birliktelik yani. Bu artık farkındalığın son raddesi. Bazı durumları, tabuları kesinlikle aşman gerekiyor. Mesela ben henüz bu aşamaya gelmedim. Gelirsem çok üzülmem ama. Mantıklı neticede. İki taraf da ne istediğini bilecek olgunluğa ulaşmış, kafa yapısının uyuşacağı bir insan arıyor.

24 yaş ilişkiye başlamak için erken mi, geç mi emin olamıyorum. Tabii çoktan evlilik yoluna girmiş yaşıtlarım varken bu soruyu sormam komik kaçabilir; ama ben kendime istinaden konuşuyorum. Acaba içimdeki hevesi yaşamalı mıyım, yoksa kendimi frenleyip biraz insan mı tanımalıyım? Ben zaten evliliği 30’un üstünde yapmayı planlıyorum. Eğer şu anki dönemde ciddi ilişkim olursa evliliğe gitme ihtimali olur. Bu düşünce de beni pek açmıyor açıkçası. Sıkılma ihtimalim var. Böyle de bir şerefsizim.

Diğer yandan artık aşık olmak istiyorum. Benim aşık olabilmem için, çoğu insanın aksine beynimle sevebilmem gerekiyor. Aklıma yatmayan birine aşık olabileceğimi sanmıyorum. Çünkü bana göre aşk hayranlıktır. Kimisi hayran olurken sadece tipe bakar, abayı yakıverir. Yalnızca tipin bir sikime yaramadığını yeterince gözlemlediğimi düşünüyorum. Hayran olacağım durum, tüm uygun koşulların bir araya gelmesiyle olabilir herhalde. Henüz yaşamadığım için sadece akıl yürütebiliyorum. Bakalım, göreceğiz.

Görüyorsunuz insan işsizken nelere kafa yoruyor. Napayım, aklımı bir şekilde meşgul etmek zorundayım. Sürekli nereye yerleşeceğimi düşünmek istemiyorum. İzmir bekliyorum seni. Sen bi ol da, bunların hepsi fasa fiso. Yalandan uğraşlar.

Sanırım yazımı burada sonlandırıyorum. Aklınıza gelen, yazmamı istediğiniz bir konu varsa dm’den ulaşabilirsiniz. Zaten çoğunuz takipçimdir diye düşünüyorum. Bir sonraki yazıda görüşmek üzeree! Umarım güzel haberlerle gelirim!

26 Mart 2018 Pazartesi

Güzellik Algısı, Sağlıklı Yaşam Üzerine

Merhaba! Farkında olmadan blog yazılarıma biraz ara vermişim. Hem de bu kadar boş yaptığım bir dönemde. Kendime hiç yakıştıramadım açıkçası. Siz değerli okuyucularımı inanılmaz dolu içeriklerimden mahrum bırakmak istemem (şaka). Birkaç gündür yazayım artık bir şeyler diyordum ama ne hakkında yazacağımı bulamadım. Nihayet kendime yazacak bir konu bulunca hız kesmeden yazayım dedim. 

Konumuz sağlıklı yaşam, güzellik, bakım, görsellik falan filan. Hiçbir konuda bilirkişi olmadığımı, yalnızca kendi görüşlerimi ifade ettiğimi vurgulamak istiyorum başlamadan önce. Kendimce edindiğim tecrübelerim, gözlemlediğim insanlar var bu konularda. Eh, artık herkes bedenine değer vermeye, hayat önceliklerini sağlığına ve dış görünümüne göre belirlemeye başladı. Hepimizin ortak paydada buluşabildiği bir konu bu sanırım. Ben bölüm bölüm incelemek istiyorum bu konuları. Haydi yavaştan başlayalım.
Öncelikle fazla kilolar, sağlık problemleri, spor, bunlar hakkında konuşalım. Her zaman olduğu gibi yine kendimden örnekler vereceğim. Ben obeziteye yatkın bir insan değilim. Düşündüm, taşındım, kendimi gözlemledim, böyle olduğuna karar verdim. Bunu deyip sonra obez oluyormuşum. Allah korusun. Neyse, yani demem o ki, benim anlattıklarım bölgesel fazlalıkları olup eritemeyen insanlara hitap edecek. Santral (karın bölgesi) yağlanması olan, yediğine dikkat etmesine rağmen kilo veremeyen insanlar biraz şanssız grupta. Ben nispeten şanslı gruptayım, çünkü metabolizmam hızlı çalışıyor. Yediğimden kısar, spor da yaparsam kilo verebiliyorum.
Spora ilk yazıldığımda (sene 2015) 63 kiloydum. Boyum 1.68. Fazla kilom özellikle iç bacak ve popoda birikiyor. Neyse başladım, haftada 2,3 gün gitmeye çalışıyorum. 2-3 ay böyle devam ettim, ama asla kilo vermiyorum. Çünkü yediklerime zerre dikkat etmiyordum. Spor çıkışı hamburger falan yiyordum. Sonra dedim ki ulan ben salak mıyım, bu işe baya emek veriyorum ama sonuç alamıyorum. Gerçi vücudum bir toparlanmıştı, şekillenmişti ama kilo aynı kilo. Dedim diyet yapayım. Bir ay kadar dikkat ederek 59 kiloya düştüm. Sonra yaz geldi, intörnlük başladı, sporu bıraktım. Yememe içmeme hiç özen göstermedim; ama kilo da almadım. Kışa kadar spora parmakla sayılabilecek kadar az gittim. Şubat ayı gibi tekrar bir gaza gelip, spor sürecini yaşam stili haline getirdim. Kesinlikle iyi besleneceğim, spora da düzenli gideceğim dedim. Abur cuburla aram zaten yok, vücudumdaki fazlalıklar tamamen ana yemeği fazla kaçırmanın eseri. Porsiyonlarımı azalttım, öğle yemeklerinde salata yedim, tatlıyı tamamen bıraktım. Muz yiyordum tatlı olarak. Şubat-haziran arası süreçte 53 kiloya indim. Karın kaslarım falan çıkmıştı hey gidi. Spordan da ciddi anlamda keyif alıyordum. Görsel olarak kendinize hitap etmeye başladığınızda gerçekten iyi hissediyorsunuz. Yıllarca bunun kompleksini yaşamış, kendisiyle barışamamış bir insan olarak bunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Kilo verme serüvenimi kısaca anlattıktan sonra, neden kendimizi beğenmiyoruz, neden bu konuda özgüvensiziz biraz bundan bahsetmek istiyorum. Hani diyorlar ya bir güzellik algısı dayatılıyor, kadınlar kendilerine dayatılmış muhteşem fiziğe kavuşmaya çalışıyor, psikolojiler yıpranıyor vesaire. Bundan bahsetmeden önce dipnot olarak şunları söyleyeyim: Öncelikle, kilosunu kendine dert etmeyen, vücudundan memnun olan bir insanı rahat bırakmak gerekiyor diye düşünüyorum. Sağlık problemi olmadığı sürece, fazla kilosu normal sınırı aşmayan ve kendisini zayıfken beğenmeyen insanlar nasıl mutlularsa öyle yaşasınlar. Kimse kusursuz olmak zorunda değil neticede. Benim gibi vücudunu beğenmeyip, pantolon denerken sinir krizlerine giren, aynada sürekli “Şu bacak gitse aah ah” diyen insanlara da acilen diyet ve spor öneriyorum. Hayıflanmak yerine harekete geçin. Eğer olmuyorsa yeterince denemediğinizdendir emin olun. Biraz önce bahsettiğim şanssız gruptakiler, yani dikkat etse dahi kilo veremeyenlere de aynı şeyi söyleyeceğim. Deneyin arkadaşlar. Neden bırakıyorsunuz ki? Elbet o zinciri kıracaksınız diye düşünüyorum. Ki ideal kilonuza varamasanız bile, spor yapmamış halinizden kat kat sağlıklı olacaksınız.
Evet, özgüven meselesine tekrar dönecek olursak, bu konu kişisel nedenlere dayanıyor diye düşünüyorum. Kişinin karakteriyle direkt olarak ilişkili. Başkalarının onun hakkında ne düşündüğüne fazlaca takılan, ya da benim gibi görsel takıntısı tamamen kendinden kaynaklanan insanlar dış görünümü yüzünden kendini hırpalayabiliyor. Oysa insanın iyisiyle, kötüsüyle vücudunu kabullenmesi gerekiyor. Ben bunun için şöyle telkinlerde bulunuyorum kendime: “Tamam, vücudunun bu bölgesi istediğin gibi değil, ama burası da çok güzel. Güzel şeylere de sahipsin. Onları düşün ve kendinle biraz olsun barış.”

Kilo problemim olduğu dönemde hem kendimden nefret ediyor, hem de hiç umursamadan vücuduma uygun olmayan kıyafetler giyiyordum. Daha doğrusu giyiyormuşum, bunu seneler sonra fark ettim. Asla gizlemeye çalışmamışım kilolarımı. Kısacık şortlar giymişim, mevcut popomu 2 kat büyük gösteren yüksek bel pantolonlar tercih etmişim. Neden böyle bir dışavurum sergilediğimi tam olarak çözemedim. Hani kilolarından bu kadar şikayetçi olan bir insan, fazlalıklarını daha kamufle edici şekilde giyinebilirdi aslında. Demek ki benim sorunum gerçekten kendimleymiş, insanların “Ulan bu götle bu giyilir mi” demesini hiç umursamamışım. Üzgünüm ama ben sokakta vücuduna uygun olmayan bir kıyafet giymiş birini gördüğümde ister istemez eleştirel yaklaşıyorum. “Hiç olmuş mu ya” diye düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi. Oysa beni ne ilgilendirir değil mi? Kişi nasıl mutluysa öyle giyinmeli. Bütün bunları düşünüp yorumlarken kendimi de eleştirip sorguluyorum gerçekten. Neden bu kadar takıntılıyım? Neden her şey göz zevkime uygun olmalı? Neden bu kusursuzluk algısı hayatımı şekillendiriyor? Bu sağlıklı mı?

Örneğin televizyonda gördüğümüz oyuncular bu konuda büyük baskı altında. Biraz kilo alsınlar, balık etli bilmem ne diye başlık atıveriyorlar. Annem dışında kimse fiziğime eleştirel yaklaşmadı ama o bile yetiyordu bana. Düşünsenize binlerce insanın hakkınızda ahkâm kestiğini. Kilo vermen lazım diye oyunculara mesaj atıyorlar, insanları taciz ediyorlar. Gerçekten ünlü olmak aşırı sağlam bir psikoloji gerektiriyor, bunu bir kez daha anladım.
Aslı Gürbüz, ona gelen bu tarz bir mesajı ifşa etti geçtiğimiz günlerde. Kadın senelerce diyet yapmış, kilo vermeye uğraşmış ama netice alamamış. Vücudunu olduğu gibi kabullenmiş, kendisiyle son derece barışık. Ama gelen mesaj o kadar itici ki, sinirlenmiş haliyle. “Tatlım şu kiloları da versen diyorum” gibi bir şey yazmış kadının biri. Aşırı sinir bozucu.

Bir de body positivity akımı var, bu sene çok popülerdi. Onlar da şişman seviciliğe kaydılar bence. İşin dengesini tam anlamıyla tutturamadıklarını düşünüyorum. Hepinizin az çok duyduğu Berraque var bu konuda sık sık paylaşımlar yapan. Kızın blogundan birkaç yazı okudum, genellikle en son okuduğu ve aklına yatan bilgileri mutlak doğruymuş gibi anlatmış. Bir ara ketojenik beslenme popülerdi hatırlarsınız, kız bu konuyu yazmış, harika bir diyet şöyle böyle diye kaynaklarla süslemiş püslemiş. Şu an ketojenik beslenmenin çok zararlı olduğu konuşuluyor mesela. Fikirlere körü körüne bağlanmaya her konuda karşı bir insan olduğum için, kendisine de tamamen hak veremiyorum o yüzden. Kilolu ve “kusurlu” fotoğraflarını paylaşıp, altına uzun uzun yazılar yazıyor. Bu yazılardan çıkacak sonuç, kitlesini gerçekten pozitif mi etkiliyor emin olamıyorum. Hitap ettiği kitle genel olarak fazla kilolu/obezler çünkü. Sorunlarımızla, kusurlarımızla barışmalıyız evet, ama kilo denilen şeyi kabullenmek bana göre sağlıklı değil. Fazla kilolarla her zaman mücadele etmeliyiz, ama psikolojimizi yıpratmadan, kendimize zarar vermeden yapmaya çalışmalıyız bunu. Spor yapın, hareketli olun, oturmayın, gibi sloganlar daha etkili olabilir diye düşünüyorum. Diğer taraftan bunun da bokunu çıkaranlar var. "Yemeyin! Az yiyin! Tutun midenizi! İradeli olun!" gibi sert söylemlerle insanları gaza getirmeye çalışıyorlar. Bir kere bu üslup herkese iyi gelmez. Kişiyi anoreksiya/blumiaya kadar sürükleyebilir. O yüzden beslenmeyle ilgili kesinlikle daha yapıcı konuşulmalı diye düşünüyorum. Diyet konusuna da alternatif ara öğünler düşünülmeli, porsiyon azaltılmaya çalışılmalı gibisinden yaklaşılmalı bana göre.
Evet bize dayatılmış, popüler bir vücut algısı var. İnce bel, nispeten geniş kalçalar, incecik, uzun bacaklar. Birçoğu, genetik mirasımız şanslı olmadığı sürece sahip olamayacağımız özellikler bunlar. Hayatım boyunca uzun bacaklılara imreneceğim mesela. Ama öyle olmak zorunda değilim, değiliz. Kendimizi bunun için yıpratmanın hiçbir anlamı yok. Bedenimizi kendimize göre yorumlayıp, optimum fiziğimize ulaşmak için çaba gösterebiliriz sadece. Öteki türlüsü gereksiz yıpranma olur. Sosyal medyada gördüğümüz o popüler fotoğraflar, insanları komplekse sokuyor, kendini yetersiz hissettiriyor. Halbuki o fotoğrafı paylaşan kişi de benzer duygular içinde. Fotoğrafa photoshop yapıyor, bacakları uzatıp, beli inceltip daha da mükemmel olmaya çalışıyor. Bella Hadid VS defilesindeki fotoğrafını photoshoplayıp paylaşmıştı mesela. Bu normal mi? Herkes kafayı yedi, kompleks arşa çıktı resmen.

Haydi hepimiz kendimizle barışalım. Ben gerçekten deniyorum. Negatif bir şey varsa, pozitifi ön plana çıkarmaya çalışıyorum. Hayat görsel takıntılı olmak için çok kısa. Bu takıntıyı aşmak, kendini sevebilmekten geçiyor. Kendinizi sevebilmek için biraz efor sarf ederseniz gerisi gelecektir. Sanırım bugün anlatacaklarım bu kadar. Bir sonraki yazımda görüşmek üzere!

16 Mart 2018 Cuma

Mesleki Yazı

Selamlar! Günler sonra gerçek anlamda hissettiğim huzurla, içimdeki pozitif enerjiyi size de yansıtacağım bir yazı yazmayı planlıyorum. Konu meslektaşlarımı ilgilendiriyor. Bu nedenle diğer meslek grubundaki takipçilerimden özür diliyorum. Yoo dilemiyorum. Yani okumamanızı önerebilirim sadece. He merak ediyorsanız okuyun tabii.

Bildiğiniz üzere dün Tus açıklandı. Puanımı kesin ve net görmeden, atıp tutuyormuş gibi konuşmak istemediğim için, daha önceden yazmayı planladığım bu yazıya başlamak için sınavın açıklanmasını bekledim. Düşünsenize geniş geniş “Abiee tus kolay yaa, kafada bitiyo” diyip kötü bi puan alıyormuşum falan. Zaten sonuçlar açıklanana kadar kafamda bütün felaket senaryoları mevcuttu. Gerçekten anksiyete bozukluğum olduğu resmileşti artık. Eğer his sandığım duygular gerçek olsa “Bak içime doğmuş işte” diyecektim ama hiçbiri şükürler olsun ki gerçekleşmedi. Demek ki bu altıncı his olayına fazla kapılmamak lazım. Kafadaki sağlıksız düşünceleri susturmayı en azından denemek lazım.

Sınav sonucumun screen shot’ını alıp paylaşmak istemedim. Gerçekten umursadığım insanlarla sevincimi yaşamak bana yetiyor. Fazla sivrilip dikkat çekmek de istemiyorum. Zaten aşırı aşırısı yüksek bir puan da almadım. Ama diliyorum ki bu puanla hayallerime ulaşacağım.

Öncelikle bilmeyenler için 6.5 aylık Tus serüvenimi başından anlatmak istiyorum. Neler yaşadığımı tweetlerimden az çok biliyorsunuz zaten. Ama gerçekten yol göstermek, yardımcı olmak istediğim insanlar var ve onlar için yazıyorum bu yazıyı. Benim bu süreçte örnek aldığım, umutlarımı bugünlere taşımamı sağlayan insanlar oldu. İstiyorum ki kafasında bu sınavı tabu olarak gören insanlara biraz moral ve motivasyon sağlayayım. Bırakmasınlar, pes etmesinler ve başarsınlar.

Yalansız dolansız ve net rakamlarla konuşacağım. Ders çalışmaya başladığım tarih 7 Ağustos 2017. Sınava 20 gün vardı ve rezil olmak istemiyordum. İntörnlüğümde 2 kez Patoloji 1, 1’er kez Fizyoloji 1 ve 2, 2 kez Dahiliye 2 kitaplarını okumuştum. Offlinelarımı da ders çalışmaya başlamadan kısa süre önce tamamlayabilmiştim. Kitaplarım tamamen doluydu. Kadın doğumun ve farmakolojinin bir kısmını arkadaşımdan geçirdim, bunlar dışında hepsini kendim doldurdum. Farmakoloji’yi Tusdata’ya gitmeme rağmen Tusem’den, İhsan hocadan dinledim. Onun da yarısını dinleyebildim işte. Sonra kamp ses kaydını dinledim de, ona sonra gelicez.

Neyse ben 20 günde Fizyo-1,2, Pato-1, Biyokimya-1,2’yi bir kez okuyup girdim. Sınavdan da 45 aldım. Evet tus çalışmamış bir insan için çok da utandırmayacak bir puandı. Sınav beni ders çalışmak için motive etti, çünkü daha 1 kez okumuş olmama rağmen birçok soruyu yakalayabilmiştim. Dedim ki ben bu işi yaparım. Bu özgüveni oluşturdu bünyemde. Klinikle ilgili zaten hiçbir fikrim yoktu. İçimden geldiği gibi yardırdım orada. Salladım da salladım. Zaten temelde de klinikte de 52, 53 doğru gibi sonuçlar geldi. Dedim Allah artırsın.

Sınavdan sonra tatile gitmiştim. 10-12 gün kadar ders çalışmadım, sonra derse geri döndüm. İlk okumamı bir an önce bitirmek istiyordum. 4 Kasım’da ilk okumam bitti. Önce temel (anatomi ve farmakoloji hariç), sonra klinik okudum. Kadın doğum, küçük stajları da okudum. Eleme yapmadım.

Sıralamamı yazıyorum; ama bana göre ilk okumanın sıralamasının bir önemi yok.

Fizyo-1,2
Pato-1
Biyokimya-1,2
Pato-2
Mikrobiyoloji-1,2
Dahiliye-1,2,3
Genel Cerrahi-1,2
Pediatri-1,2,3
Anatomi
Farmakoloji 
Küçük Stajlar-1,2
Kadın Doğum 

sıralamasıyla okudum. 7 Ağustos’ta başlayan ilk okumam 4 Kasım’da bitti. Benim hedefim bundan sonrasında kampa kadar 2 tekrar daha yapmaktı. İkinci okumama başladığımda bunun gerçekçi olmadığını anladım. Çünkü gerçekten unutuluyordu ve öyle hayalimdeki gibi 3 günde 2 kitap bitirme falan yoktu. Fizyo-1 yine 4 günümü aldı. Fizyo-2, 3 günümü aldı. 7 günde Fizyolojiyi bitirebilmiştim yani. “Ee nasıl olacak bu iş?” diye düşünerek hayatımın en büyük depresyonuna giriş yaptım. Resmen hayallerim suya düştü. Zaten Ağrı’ya atanmıştım, müstafi olmayı başından kafaya koymuş olmama rağmen yine de sarsıldım. Tüm arkadaşlarım göreve başlayacaktı, sik gibi kaldım affedersiniz. Günlük yazmaya başladım. Kendimi motive etmeye çalıştım. Bu arada denemelerim 46, 47 falan gibi geliyordu. E sokam böyle yaşayışa. Ne zaman yükselecek lan bu denemeler? İşte tam bu süreçte bir tıkanmışlık, bir düğümlenme oluyor. Önünüzü göremiyorsunuz. Süre kısıtlı, kendinize inancınız yerlerde, bir yere gidiyorsunuz ama kesinlikle nereye varacağınız hakkında hiçbir fikriniz yok. Benim başından beri uç nokta bir hedefim yoktu. Ben dahiliye istiyorum. Ege ve Dokuz Eylül Dahiliye benim iki majör hedefim. Tabii o zamanlar Ağustos Tusu daha açıklanmamıştı, 63-64 gibi bir puan alsam daha ne isterim diyordum. Sonra köpek gibi yükseldi puanlar.

Neyse biraz depresyonumu azalttım, ders çalışmaya tekrardan adapte oldum. Kendime dedim ki, tamam belki kampa kadar 3 kez okumuş olamayacağım; ama 2. okumamı o kadar güzel yapacağım ki, kampta ölüm vuruşuyla halledeceğim bu işi. Nitekim öyle yaptım. Kamp 30 ocakta başlıyordu ve 4 kasım’dan 30 Ocak’a kadar 2. okumamı ancak bitirebildim.

Sıralamam önce temel, sonra klinik şeklindeydi. Bu sefer farmakoloji ve anatomiyi de diğer temellerle birlikte okudum. En kötü iki dersimdi bunlar. Ve birine 12, birine 13 gün ayırdım. Dedim ben sizi çok iyi çalışıcam. İkisine de defter yaptım. Yazarak çalıştım. Öyle kutsal bir bilgi kaynağına dönüşmüşlerdi ki, yemin ederim kampta bile hocaların önemli, çıkar dediği ilaçların %95’i benim defterimde zaten mevcuttu. Bu güncelliği de deneme çözerek sağladım. Öncelikle öğrenciyken depoladığım denemelerimi branş branş çözdüm. Fizyoloji mi okudum, alıp 10 küsür denemenin bütün fizyo sorularını peş peşe çözdüm yani. TTS çözmedim. Günceli takip ettim. Örneğin gelmesi beklenen bilgiler, yeni denemelerde soru olarak soruluyor. Ben onları kitaplarıma not alıp yıldızladım. Aynı bilgi kampta bir kez daha karşıma çıktığında onun da tekrarını yapmış oldum. Çünkü kampta bir sürü yeni bilgi duyuyorsunuz. Önemli olan duymak değil, daha önce duymuş olduğunu kalıcılaştırmak. Eğer verilen tüm bilgiler akılda kalsa zaten herkes çok yüksek puanlar alır. Doping merkezi gibi bir yer orası. Harika bir bilgi kaynağı, ama o bilgiye hazır olan kişiye yönelik bilgiler bunlar.

Tusta klinik çözmeyi öğrenmek diye bir nokta var. Bunun için Tusdata’nın Dahiliye soru kitabını aldım, kitabın %40’ını falan çözebilmişimdir, ama yaklaşımı kavramam için yeterli oldu diyebilirim. Aralık 15’te uzun zaman sonraki ilk denememi çözdüm. Henüz Anatomi’nin ikinci okumasını yapmamıştım. Tustime’ın denemesiydi, 54 geldi. İnanamadım. İlk defa 50 üzerinde bir puan almıştım ve doğru yolda olduğumu anladım. O kadar iyi hissettim ki kendimi, anlatamam. Bir şeyi 5 kez okumak tabii ki harikadır, ama bir şeyi iyi okumak da onun kadar iyi olmasa bile yeterliye yakındır. O bilmem kaç tekrar gerekli tabularını bu sayede kırdım. Dedim sizin amınıza koyim beni ne kadar korkuttunuz bu sınavla ilgili. Okuyunca oluyormuş işte. Neyse, ayın 21’inde Tusdata’nın denemesi vardı. Anatomi okumaya başlamıştım ama daha yarısında falandım. Buna rağmen anatomiden iyi bir net yaptım, puan 57 geldi. Dedim Sinem oluyor bu iş. Temeli bitirip, kliniğe başladım. Dahiliye 1, gerçekten konu ağırlığı açısından ağır giren bir kitap. Ben hep branş değiştirdiğimde depresyon atağı geçiriyorum zaten. Temelden kliniğe, klinikten temele geçişler benim için hep zor oldu. 5 günde falan bitirdim kitabı. Zaten bahsettiğim dahiliye soru kitabını, bu kitapları ikinciye okuduğumda çözdüm. İlk okumamı yaparken sadece deneme çözüyordum, o da branş branş değil, haftada 1 tamamını çözecek şekilde. İkinci okumamda başladım o branş çözümlerine.

Klinik okumam kamptan bir gün öncesine kadar devam etti. Kadın doğumu ikinciye okumadım ama küçük stajları okudum. Bu arada 21 Ocak’taki Tusdata denemesinden de 58 aldım. Yani kliniği 1 ay okuyunca bu sefer temel biraz unutuldu, ama klinik yükseldiği için puanım değişmedi. Veee kamp başladı. Rabbiimmm sarsıldım. Yemin ediyorum inanılmaz bir kafa bu kamp kafası. Ben kesinlikle ve kesinlikle herkese öneriyorum. Harika bir oluşum, değerlendirmesini bilene muhteşem bir yer. Paramın her kuruşunun hakkını verdiğimi düşünüyorum. Dikkat dağınıklığı problemim var, sağ olsun tıptaki hocalar benim gibi harika bir ders dinleyicisini 6 senede uyuşturmayı başardı. Lisedeyken o kadar iyi ders dinleyen bir öğrenciydim ki, beni bu hale getiren, eğitim, öğretimden bihaber olup ders anlatan sevgili akademisyenlerimize burdan selamlarımı iletiyorum. Başka şeyler de iletmek istiyorum ama neyse. Derse odaklanmak için en önde oturdum o yüzden. Başka türlü uykum geliyordu ya da dalıp gidiyordum.

Dün sevgili rektörümüz Tus dershanesi için gereksiz demiş. Ha ha ve ha diyorum kendisine. Ben o adamlarla var oldum. Sizin yetersiz eğitiminizle değil. Slaytları okuyarak geçip, F9 ezberletmekle, yani saçma sapan öğretim yöntemlerinizle bu sınav kazanılmıyor. Bana göre doktor bile olunmuyor hatta. Fakültemiz belki Türkiye ortalamasına göre başarılı görülebilir tıp eğitimi konusunda. Eminim ki beterin de beteri vardır evet. Ama asla ve asla övünülecek bir eğitimimiz olduğunu düşünmüyorum. Dershane hocalarının, sizin bize aylarca öğretemediğiniz bilgileri 2 günde öğrettiklerini gördük. Evet belki temelimiz fakültede oluştu. Ama birçok ders çok daha iyi anlatılabilirdi, kavratılabilirdi diye düşünüyorum. Dershane gereksiz diye atıp tutmaktansa, öğrenciye nasıl verimli, akılda kalabilecek şekilde dersler anlatabiliriz, gelecek yıllara hafızalarında hangi bilgiler mutlaka ve mutlaka yer edinmeli telaşına düşmenizi isterdim. Ama maalesef gördüm ki, akademik camiada gelecek nesli gerçek anlamda önemseyen hocalarımızın sayısı gerçekten az.

Evet dershane gerçekten paragöz bir oluşum. Tusdata’dan da pek hazettiğim söylenemez. Ama bu adamlar işlerini gerçekten özenli ve düzgün yapıyorlar. Hocalar inanılmaz kaliteli, özverili, aldığı parayı sonuna kadar hak eden insanlar. Zaten 1980’li yıllarda değiliz, dershane gereksiz muhabbeti bu devirde yapılacak bir şey değil. Gülüp geçmek lazım, ama yine de bir kez daha yazmak istedim. Dershane çok önemli bir şeydir, tus mutlaka olması gereken bir sınavdır, fakülteden mezun olduğumuzda elbette ki güzel kazanımlarla çıkıyoruz okuldan; ama bunlar asla ve asla yeterli değil.

Ne diyorduuuk, kamptaydım en son. Kampın iliğini kemiğini sömürdüm, müthiş bir efor gösterdim. Akşam yurda geldiğimde de günün tekrarını spotlardan, ya da kamp kitabının arkasındaki sorulardan yaptım. Duruma göre değişti. Ama hepsinin tekrarını yaptım diyebilirim. Kampın son 2 gününe gitmeyerek İhsan Hoca’nın Ağustos kamp ses kaydını dinledim. Hocam ses kaydında dedi ki, alınabilecek en kötü puan 65. Ne yazacağını bilemiyorsun, dahiliye için yüksek, kbb için düşük. Arada kalıyorsun işte dedi. Ve ben 65 aldım shjdhjf. Baya gülmüştüm dinlerken. Hemen de başıma gelsin hıhıı. Yolun başındayken bu puanı alabileceğimi düşünmüyordum evet, ama kamptayken gözüm daha bile yükseklerdeydi. Ege dahiliye 70’le kapatınca, Yök kadroları sınırda olunca mecburen hedefim yükseldi yani. Dedim şöyle bir 68 gelse de en azından Dokuz Eylül’ü garantilesem. O kadarı nasip olmadı ama ben bu hayallerle, bu kararlılıkla, vazgeçmemekle, pes etmemekle bugünlere geldim. 45 olan puanımı 65’e yükselttim. Kamptan önceki son deneme sonucumu 7 puan yükselttim. Kafama koymuştum, 8 puan yükseltecektim aslında. Çünkü kampa yazılırken kadın öyle demişti. 8 puan rahat yükseltirsin. Hee tamam dedim. Sürekli kafamda tekrarladım bunu. Çok doğal bir şeymiş gibi, zaten kampta 8 puan cepte dedim. Evet kampta puan yükseltemeyen, ya da 3-4 puan yükseltebilenler oldu. Ama ben yükselttim işte. Herkes yapacak diye bir şey yok, ama yapılamayacak diye bir şey de yok. Ben bunu göstermiş oldum kendime de, çevreme de.

Umarım sınava çalışanlar için faydalı bir yazı olmuştur. Güzel dilekleriyle, temiz kalpleriyle sürecin başından beri yanımda olan herkese çok içten teşekkür ediyorum. Pozitif enerjiyle, kararlılıkla, başarının yüksek ihtimalle geleceğini söylemek istiyorum. Evet aksilikler olabilir, ama büyük ihtimalle olmayacak. Pozitife odaklanmak, kötü düşüncelerden sıyrılmak zor gelse de denenmeli. Sürekli kendi kendine tekrarlanmalı bazı cümleler. Şimdi başınıza çakra açan hoca kesildim farkındayım, ama ben bunları uyguladım. Yazdım, sesli söyledim, arkadaşlarıma söyledim, anneme söyledim. Kampta söyledim. Umudum var, yükselteceğim dedim. Deneme sonucum 50’nin üstüne çıktıktan sonra kararlılığım tavan yapmıştı. O zamana kadar loserı oynuyordum evet. O yükselişi yaşayınca zaten gerisi kendiliğinden geliyor. Zor bir süreç, gerginlik, ruh hali instabilitesi, her türlü psikolojik sorunla karşılaşabileceğiniz bir dönem. Sınav olalı neredeyse 1 ay oldu, hala daha tam anlamıyla normale döndüm diyemem. Ama döneceğim. Bu süreci geçirip kurtulacağız değerli arkadaşlarım. Umarım bu yola girmiş, tüm emeğini ortaya koymuş herkes hak ettiğini elde eder. İnşallah ben de istediğim yere girerim ya. Nolur gireyim çünkü.
Sanırım anlatacaklarım bu kadar. Bir sonraki yazımda görüşmek üzere!

10 Mart 2018 Cumartesi

Boş ve Beleş


Merhabalar!
Enerjik bir cumartesi öğleninden hepinizi selamlıyorum. Enerjik dediğim de tamamen havanın güzelliği, bende bir halt yok yani. 3 gün önce sağ alt yirmilik dişime elveda dedim, yarı şiş suratımla hayata tutunmaya çalışıyorum anlayacağınız. Prosedür beklediğimden daha rahat geçti ama şu tipim de bir düzelse fena olmayacak. 
Hâlâ Antalya’dayım. Yok arkadaş ben iyice aylaklığa vurdum işi, üstüne bir de diş çektirme olaylarına girince kıçım kımıldamaz oldu. Bir süredir kuzenimde ikamet ediyorum. Köşe koltuklu bir odayı bana ayırdılar, habitat belledim kalkmıyorum asla. Hani onlar bekliyor ki sabah uyanayım, yatağım bir toplansın, koltuk dizaynına geri dönsün falan. Yok. Sabah kalkıp bir şeyler atıştırdıktan sonra gerisin geri dönüyorum oraya. Gündüz uykuları uyuyorum, dizi izliyorum, arada bir şeyler okuyup bırakıyorum, instagramda, twitterda geziniyorum, akşam oluyor arkadaşlarımla çıkıyorum. Oha ben bildiğin dream life’ı yaşıyorum! Allah’ım bitmesin, bitmesin bu rüyaaa. Rabbimmm boş beleş yaşamak ne kadar güzelmiş! Hani yaz tatili uyuşukluğu vardır ya, keyiften ziyade sıkıcılaşmaya başlamıştır artık. Bence bu aylaklık sürecini eğer kış-ilkbahar döneminde yaşıyorsanız daha bir keyfi çıkıyor. Ben hayatımda ilk defa bu aylarda boşum sanırım. Geçen sene intörndüm, ondan önceki seneler öğrenci. Şu an ise hiçbir şey değilim! HAHAHA! Eğer bir aksilik çıkmazsa 5 gün sonra sınav açıklanıyor. Artık daha sakinim bu konuda. Ay bunu dememle birlikte kalbimin atışları hızlandı, iyi ki sakinim he.
Neysseee ne konuşayım ben bugün? Artık yaz gelsin bence. Evet bunu konuşmak istiyorum. Hayatı çekilebilir kılan yegâne şeylerden biri havanın güzel olması bana göre. Ya kışın neresini seviyorsunuz gerçekten anlamıyorum. Uyanıyorsun, yarrak kürek bir hava. Sabah mı gece mi belli olmayan, insanı bunalıma sürükleyen negatif yüklü iğrenççç bir oluşum. Oysa yaz öyle mi? Gözlerini güneşe açmak, güne başlamayı kolaylaştırıyor bir kere. Şu an burada öyle güzel bir hava var ki, deniz manzarası eşliğinde tertemiz Antalya havasını soluyarak, bir roman yazıyormuşum gibi triplere giriyorum mesela. Oysa yazımın derinliği sıfır.

Twitterda sonuçları beni kahreden bir anket yapmıştım. Üşümek mi daha kötü, sıcaktan bunalmak mı diye sordum. Çoğunluk sıcaktan bunalmak dedi. Buna hala inanamıyorum. İnanmak istemiyorum da. Plsss yazcı kardeşlerim arkamda olun, yazı yaşatalım. Meselaaaa, şu an aylardan temmuz olsa, tatilde olsak, denizden çıkıp güneşin altına yatsak, soğuk içeceğimizi yudumlasak, insta storyleri gözden geçirsek, whatsapp gruplarında dedikodu yapsak, akşam olsa şıkır şıkır giyinip sokağa çıksak, eğlencenin dibine vurup gönlümüzce dağıtsak SORUYORUM FENA OLMAZ MIYDI? Allah’ım bir cümleyle Şeyma Subaşı’nın daily routine’ini özetledim. Ühühühühü ağlıyorum şu an. Ben ömrümü tamamen böyle geçirmek istiyorum. Böyle her şeyi bırakıp dünya turuna çıkan hesaplardan birkaçını ben de takip ediyorum. Ama aklımda hemen herkesin düşündüğü “NEREDEN GELİYOR BU PARA?” sorusu belirdiği için adamların keyiflerine ortak olamıyorum. Bir çift var mesela severek takip ettiğim, Gezgin Çobanlar adında. Bu çift işlerinden istifa edip, düğünlerinde takılan altınları bozdurup dünya turuna çıkmış. 1 seneye yakın gezdiler sanırım. Türkiye’ye döndüler, heh dedim paraları bitti herhalde. İşlerine geri dönerler, tekrar şehir hayatı yaşamaya başlarlar falan. Yok arkadaş, adamlar aksine Türkiye’yi de bir turladılar, şimdi yine yurtdışına çıkmışlar. Afrika’yı geziyorlar. Ya bence o altınların bitmiş olması lazımdı. Acaba bağış mı yapıyorlar bu çifte “Gezin gezin, bizim yerimize de gezin biz öderiz” diye? Gerçekten inanılmaz sempatikler, ama dediğim gibi ben işin finansal yönünü düşünmekten konuya odaklanamıyorum. Ben de isterim sürekli tatil modunda olayım, hiçbir sorumluluğum, aidiyetim olmasın falan. Ama gerçekle bağdaşmıyor işte. Param biter benim. Biter yani herkesin biter. Bir kız daha var mesela, ona bayaa saygı duyuyorum. Kız sinema bölümü okumuş, bitirince dünya turuna çıkmış ama aynı zamanda hostellerde çalışıp parasını kazanıyor. Hem de tek başına yapıyor bunu. Ege Başaran ismi de. Valla ben tek başıma, özellikle de uzakdoğu ülkelerinde barınamam gibi geliyor. Nedense o coğrafya beni korkutuyor. En çok korktuğum ülke de Hindistan. Sanki bizim ülke iyi bir bokmuş gibi, oranın tecavüzü, hırsızlığı vs beni turist olarak gezme isteğinden tamamen alıkoyuyor. Güya dünya turu yapmak istiyorum ama görmek istediğim ülke sayısı 3 falan. Sjhdjskd Bu mesele için sanırım biraz fazla elitim. Hele Afrika ülkeleri! Ya korkutmak gibi olmasın ama ben orada bir böcek/sinek beni ısıracak diye anksiyeteye girerim. Ne kadar aptal saptal canlı varsa hepsi oralarda. Yol açtıkları hastalıklar da gerçekten korkunç. No anam no! Beni L.A.’ya falan yollayın pls. Kokteylimi yudumlarken ünlü görebilme umuduyla milleti dikizleyeyim.

Ee ne diyorduk, yaz tatili kurgulamıştım şöyle en güzelinden. Ya ben ağustos tusundan sonra İzmir’e gittim, hala etkisinden çıkamadım. Alaçatı’da kaldık bir hafta kadar. Daha önce gitmiştim ama bu kadar tadını çıkarmamışım. Geceli gündüzlü her türlü etkinliğe katıldık. Etkinlik dediğim de ünlülerin geldiği happy hour’lar bilmem neler. Ya millet nasıl eğleniyormuş bunca sene. Güya turizm cenneti Antalya’da 6 sene yaşadım, böyle güzel eğlence anlayışı görmedim. Yani herkese hitap etmeyebilir ama ben clubber bir şahıs olduğum için tam anlamıyla bana göre bir tatildi. Bu bizim Antalya’daki beach club’ların bir kendine gelmesi lazım. Sadece şezlong kiralayıp birkaç bira içmekle eğlenilmiyor yani. Denize gir çık zaten bir olayı yok. Eğlence sektörünün bir el atması lazım bu duruma. Zenginlik ne güzel bir şey ya. Ama ben orantılı zenginlikten yanayım. Her şeyi elde edebildiğin seviyeye vardığında keyfi çıkmıyor. Doymuşluk hissini sevmiyorum. Ben güzelliklere aç olmaktan yanayım. Ve bu aralar kapitalizmin kölesiyim. Biz ablamla gerçekten mütevazi yetiştirildik, annem falan inanılmaz tutumlu bir kadındır mesela. Ama şu sıra bir salmışlık, bir rahatlama ihtiyacı var üstümde. Hani prenses gibi yaşamak istiyorum. Şımartılmak istiyorum. Hayatın tadını çıkarmak istiyorum. 6 ayda kendimi nasıl baskılamışsam, bütün yaşama dürtülerim pik yaptı. YAŞATIN BENİ KÖPEKLERRR.
Bugün bir kitaba başladım. Adı “Bir Psikiyatristin Gizli Defteri”. Bir Genç Kızın Gizli Defteri diye bir kitap vardı, İpek Ongun’un. Aklıma o geldi. Herhalde tamamını okumuştum. Zaten beni günlük tutmaya bu seri başlatmıştı. Ahh Serra’cığımı pek bir severdim. Şimdi düşününce epey cheesy kitaplarmış. Yani değişik bir durum. Yazarsın, topluma hitap ediyorsun, başta beklentileri karşılayıp takdir görüyorsun. Ama okurunun yaşı ilerledikçe seni beğenmemeye başlıyor. Ben önceden yazarları kusursuz, mükemmel insanlar olarak görürdüm. Kitap yazmış düşünsene! Şimdi şey geyiği yapmiyim, off herkes de kitap yazıyor. Yazan yazsın bana ne. Tek derdim, kitabı çıkan bir insan kendi ürününe karşı özensiz davranmasın. Okuduğumda anlatım bozukluğu ya da mantık hatası yakalamamalıyım mesela. Önceden böyle bir durumdan bahsedebilir miydik? Okuduğumuz kitaplarda hadi belki birkaç kelime yanlış yazılmış olabilirdi ama anlam bütünlüğünün olmaması, tutarsızlık falan bunlar gerçekten kabul edilebilir değil. Düşünsene editör bile siklememiş kitabı, yazarın kendisi zaten o ayrıntıları yakalayabilecek kapasitede değil. Ben bu blog yazılarını bile yazdıktan sonra 2 kez okuyorum, beğenmediğim yerleri düzeltiyorum falan. Millet bir de bu işten para kazanıyor ama özen ve emek yerlerde. Öyle aklından geçeni yazıp geçiyor. Yazmak isteyen istediği konuda yazsın amaaa bir kez daha vurgumuzu yapalım, güzelce yazsın. Şimdi diyormuşsunuz ki  sen de bokum gibi yazıyorsun. Shdkjsd eyvallah kardeşlerim.

Ben biraz dizi izlicem. Yazımı saçma ve amaçsız bulduysanız haklısınız. Gerçekten saçma ve amaçsızdı. Ama internet gezintilerimizin tamamı böyle olduğu için, bir 10 dk bu yazıyı okusanız çok da bir şey kaybetmezsiniz diye düşünüyorum. Hepinize iyi haftasonları diliyorum.

5 Mart 2018 Pazartesi

Uzun Ara

Ben gel diiim!
Hem de çok sevgili Antalya’mdan sesleniyorum sizlere. Deliler gibi, çılgınlar gibi, bir CAMIŞ gibi yatıyorum. Eh, artık hak etmiştim değil mi ama?
23 günlük kamp serüvenim ve akabinde girdiğim TUS’tan sonra atladım uçağa, Antalya’ya geldim. Türbe gezer gibi ya da daha doğru bir tabirle ifade etmem gerekirse bir göçebe gibi yaşıyorum günlerdir. Ayıptır söylemesi biz buralıyız, yani halam, kuzenlerim falan burda yaşıyor. Çekirdek ailem de öyle Zonguldak’ta yaşıyor. Ne çeşit enayilikse. Ya da kader diyelim. Neyse. Zaten can ciğer bebeksu bir sürü arkadaşım da var. İşte bir aile tayfasında, bir de arkadaşlarımda kalıyorum. Dönmeye hiç niyetim yok. Bana kalsa sonsuza dek kalırım canım Antalya’mda. O kadar tanıdık, o kadar bebiş hissettiriyor ki bu şehir. Şimdi aklınızdan geçenleri az çok tahmin ediyorum. Uzmanlıkta Antalya’yı yazacak mıyım? Sınavım nasıl geçti? Hangi bölümleri düşünüyorum? Valla içinde bulunduğum bu evre için işin en zevkli kısmı derlerdi ama ben yine anksiyeteler, manyak düşünceler falan derken kendime zindan ettim bir miktar. Neyse son iki gündür maşallah iyiyim. Öğlene kadar uyumalara geri döndüm. 7’de kalkıyordum YEDİDE. Uyandığım yer de Ankara anasını satayım. Hani tamam gerçekten güzel bir muhitteydim haksızlık etmiyim, ama yine de soğuk bir sabaha, günde 12 saat ders dinleyip kafanın amcık kıvamına erişeceği bir ders oluşumuna tam 23 gün gitmek. Zordu tabii ki. Ama iyi ki gittim diyorum. Evde akıl hastanesine kapatılabilirdim gitmemiş olsam.

NEYSEEEE O GÜNLER GERİDE KALDI DİYELİM. Şimdi ara ara gelen çarpıntı ataklarıyla sınav sonucunu bekleme vakti. Bu sınava hazırlanmış herkes için ortak dileğim şudur: “Hak ettiysen gani gani karşılığını al kardeşim. Çalışmadıysan da az kenara çekil, çalışmış olan kazansın”
Şimdieeee, yavşak yavşak yazacağım arkadaşlar kimse kusura bakmasın. Ağzım yüzüm kaya kaya yazıcam. Hiçbir ciddiyeti kaldırabilecek durumum yok. Sabbbahhhtan akşama kadar P!NÇ izliyorum bir kere. Oğuzhan Uğur olan ciddiyetimi de alıp götürdü. Ya tam aşık olacaktım ki bilenler bilir göbek adım platodur benim. Öğrendim ki boyu kısaymış… Üzgünüm Oozhan bey beni kaybettiniz diyomuşum, adama şu an top class karılar yürüyor ben kimim ki jdskddj

Ya bu adamı neden sevdim biliyo musunuz, adam konuşkan, çenebaz. Ama boş yapmıyor. Tecrübelerinden güzel dersler çıkarmış, güzel analiz etmiş hayatını. İnsanlara da faydası dokunuyor bence. Yalnız, hayatımın benden yaşça büyük erkekleri beğenme fazına umarım geçmemişimdir. Yaşıtlardan umudu kestiysek ayvayı yedik yani o zaman. Çünkü ben yaş farkına biraz karşı bi insanım. Herkesin en iyi yaşıtıyla anlaşacabileceğini düşünüyorum. Hele arada bariz bir yaş farkı varsa, birlikteliğin sebebi cinsellikmiş gibi geliyor. “Ne paylaşıyorsunuz ki yani?” diye düşünüyorum hemen. Ben mental birlikteliğe çok önem veren bir insanım. Kafamın uyuşmadığı, aynı şeylere gülmediğim biriyle olamam. Zaten bir süre sonra ortak dil geliştirmiş, her konudan sizi birleştiren noktaya varabilmiş oluyorsunuz. Güzelliği de burada bence.
Şimdii aradığım kriterleri bir bir sayıyormuşum shdjsk. Şaka şaka. Ya şimdi hayat öyle bir şey ki, bir engel oluyor önünde, onu aşana kadar gözün hiçbir şey görmüyor. Aşınca da, ay artık bi etrafıma bakam, kısmet var mı yok mu tribi. Eeeeee genciz yani biz de delikanlıyız diyomuşum sndjksjd. Napam şimdi Antalya’ya gelmişim. Ders mers bitmiş geride kalmış. Tüm gün youtube’de video izliyom. Arkadaşlarla çıkıyom herkes manitiyle. Normalde bu tribe de asla girmem çünkü ben senelerin sapıyım yani kapının kolu bile sevgilisiyle gelir ben yine yalnız olurum bu da nasıl bir benzetmeyse artık. Ne bilem artık sıkılmışım atraksiyon istiyom galiba. Atraksiyon beni bul (yarrağıma buldu)

Ben burda çok özel olmayan ama herkesin gülebileceği ne anlatabilirim diye düşünüyorum şu an. Hani her an bokunu çıkarıp zevzekleşebilirmişim gibi geliyor. O sınava hazırlanan, multidisipliner Sinem gitti, oda sıcaklığında erimiş, kabına yabışmış çikolata kıvamında Sinem geldi. Yazdığım yazının da bir ciddiyeti kalmadı yani. Ne için başladım, şu an nerdeyim, nereye bağlayacağım hiçbir fikrim yok. 5 saattir aynı koltukta umarsızca yatıyom. Yazı da umarsızca yazılmaya devam ediyor işte. Neyse ben biraz sınav sonrası girdiğim triplerden bahsedem bari.
Arkadaşlar ben 6 aydır insan görmüyom. Bu yalan ya da abartı değil. Toplamda evden çıkma sayım 10 falandır bu süreçte. Doğum günümde, yılbaşında falan çıktım. Bir de birkaç evrak işinde falan. Hani hapishaneden çıksam bu kadar olurdu sanırım. Ankara’ya kampa gittim, aşşırı işlek bir caddede her gün yürüyorum. 7. Cadde yani gizem de yaratmaya gerek yok. Böyle insanlarla göz göze geldiğimde dik dik bakıyorum niye bakıyorlar acaba diye. Sanki ben bir ucubeyim de, herkesin gözü üzerimdeymiş gibi. Böyle şüpheci ve psikopat bir ruh hali içindeyim. “BANA NEDEN BAKIYORLAR?” bu soruyu Antalya’da arkadaşıma da sordum. “Bir anormalliğim mi var neden herkes bana bakıyor?” Kız diyor ki kanki normalde de böyle bakıyorlardı da sen farkında bile olmuyordun. Normal bir süzme bu yani diyor. Size yemin ederim insan görmeyince böyle oluyormuşsunuz. Işıklar caddesi lan. 2 milyon kez yürümüşümdür orda. Tek başımayım kulaklığı takmışım, müzikle de iyice tribe girdim. İşte bu süreçte yaşadıklarım, bunalımlar şu bu derken klip çekiyorum resmen sokakta. Hareketlerim, tavırlarım değişti. Sanki reji arkamdan beni takip ediyor. Ulan ben ciddi anlamda bu dönemde kafayı sıyırmadıysam bir daha sıyırmam diye düşünüyorum. Bu anlattıklarımdan yola çıkacak olursak sizce delirmiş miyim? Tşkler bence de delirmedim. Delirdiysem de olur o kadar. Oturun çalışın bakalım nasıl oluyormuş? Yaaa öyle kolay değil o işler.

Hazır kendi kendime yükselişler yaşamaya başlamışken, biraz da şu Milli Kütüphane işsizlerine giydirmek istiyorum. Kampın son 2 ders gününe katılmayıp Milli Kütüphane’de ders çalıştım. Normalde benim tarzım değildir kütüphanede çalışmak. Evde köpeklemeyi severim ben. Ama yine aynı saatte uyanmam, disiplinli bir periyotta çalışmam gerekiyordu, o yüzden 2 gün boyunca ordaydım. Amına kodumun şovmenleri doldurmuş etrafı. Kimse ders çalışmıyor (tus tayfa hariç) Ulan siz neden mevcutsunuz? Niye varsınız falan diye deliresim geldi. Kardeş kusura bakmayın bu tıpçı egosu boşuna oluşmuyor. Tamam bile isteye yazdık. Ama arada bu kadar uçurum olduğunu bilseydim sikseler yazmazdım ya. Kıskançlığım tavan yaptı. Siz, diğer bölümlerde okuyanlar, bu çalışmanıza çalışma mı diyorsunuz gerçekten? Biz bizimkine fuhuş diyelim o zaman. Amk yanıma bir kız geldi en az 2 saat aralıksız uyudu ya. Kızın fotosunu çekip arkadaşıma gönderdim “Bu orospu saatlerdir uyuyo sikicem belasını” diye. Gerçekten iyi bir ruh halinde olduğumu iddia etmiyorum, hatta ne iyi hali, delirmenin kıyısındaydım lan ben. Oraya iki sohbet muhabbet için gelen, sigaraya çıkıp duran, haha hihi kahveler anasının amı derken akşam eden tipleri görünce rabbim sen beni neyle sınıyorsun dedim. Daha da nelerle sınayacak Allah bilir. Şu hayatta doktorların eli öpülecek kardeşim. Her doktorun değil belki ama benim eforumun eli öpülmeli bundan %100 eminim. Geri basssssssss pls.
Eee bağırdım çağırdım konu bitti. Böyle sert bitirmeyek ama yazıyı ya içime sinmedi. Ne kadar da yufka yürekliyim. Hee ben size nereyi yazacağımı falan söyleyecektim. Arkadaşlar ben dahiliye yazacağım. Başından beri hedefim de buydu. Sevgili üniversitem yök kadrosu açmamış, ben de sağlık bakanlığı yazamıyormuşum. Ya bu konuyla ilgili ayrıntılı bilgi sahibi biri varsa bana ulaşsın kardeş. Yok hayır öyle değil aslında falan diyorsanız buyrun konuşak. Neyse benim zaten hedefim İzmir de, Antalya da yedekte olsa iyi olurdu yani. Durumum biraz belirsiz çünkü. Kalbi benimle olan caaanım dostlarımın duasıyla İzmir’e gideceğim inşallah. Buna inanıyorum. Dahiliye olmazsa da alta nöro möro bişiler yazarım herhalde. Eeee artık şehri ben seçiyorum. Umarım şehir de beni seçer. Seç beni İzmir ben tam sana göreyim. Valla bak. Birbirimize iyi gelicez bence. İnancımı yitirmedim. Tostumu yedim bekliyorum İzmir. (Dualara yükleeennnnn)

Bundan sonra daha dolu içeriklerle karşınızda olurum umarım (yoo olmam) Ya instagrama o kadar saydırdım, hayvanlar gibi gömdüm, şimdi sıkıntıdan devamlı refresh. Meğersem insanlar çok sıkılıyormuş, ulan benim sıkılmaya vaktim mi oldu? Ama şimdi var hahahahaha. Canlı yayınlara dönsem mi diyorum, şarkı falan söylüyordum ya. Ama işte çok ağır giydirdim r yapamıyorum. Sinsy gibi timelineda geziniyorum şimdilik. Belki soundcloud fln o tarz şeylere bakarım. Bir meşgale bulacağız mecbur. Haydi bitiriyorum yazıyı. Hoşçakalın!!

Herkese Merhaba!

Günlükvari 16 - Nihayet Bahar!